Ortadoğu hep karışık bir yerdir. Fakat  herhalde ancak dünya savaşları zamanında bu kadar karışmıştı. Memleketin  dışişleri politikasının geleneksel olarak savaşa ve özellikle  Ortadoğu’ya müdahale etmeme üzerine kurulmuş olması boşuna değil. 
  Kimilerinin zannettiği gibi bu tercih, Osmanlı’yı toplumsal hafızadan  silmek ya da Batı’ya güdümlü selforyantalist bir anlayıştan  kaynaklanmıyordu. 
 Cumhuriyetin kurucu  kadroları iki Balkan savaşı, bir dünya savaşı ve ertesinde Kurtuluş  Savaşı’nda aralıksız savaşmış kişilerden oluşuyordu. 
 Herhalde savaşı da savaşın neticelerini de bugünkü savaş çığırtkanlarından daha iyi biliyorlardı. 
  Ardı ardına girilen savaşların sonunda neredeyse tamamen ortadan  kalkacak bir ülkeyi ayakta tuttular. Haliyle geçen yüzyılın başında  kurulmuş bir ülkenin kurucu kadroları da, bazı siyasi tercihleri de  eleştirilebilir. Eleştirilmelidir de. 
 Fakat “yurtta sulh, cihanda sulh” diye özetlenen ve çok da ciddiye alınmayan ilkenin önemi her zamankinden güncel. 
  Dış politikanın iç politikayla iç içeliğinin bu denli yoğun olduğu  günlerde yurtta da cihanda da sulhun kaybolması buna işaret ediyor. 
  Ortadoğu etnik, dini ve iktisadi sebeplerle çok kırılgan bir coğrafya.  Her dış müdahale ise bu kırılganlığı arttırıyor. Etnik ve dini  gerginlikler her dış müdahalede artıyor ve başka ülkelere de ihraç  oluyor. 
 Bugünkü tabloda Amerika’nın Irak işgali ya da NATO’nun Libya bombardımanının rolü ortada. 
 Bunlardan evvel de 1. Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’ya getirilen düzenin payı da. 
  Elbette bütün sorunların kaynağı dış müdahaleler ve Batı değil. Ancak  bugüne dek dışarıdan gelen müdahalelerin bölgeye bir faydasının olmadığı  da açık. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dışarıdan empoze edilen düzeni  reddedip, Cumhuriyeti o şekilde kuran Türkiye’nin her şeye rağmen  Ortadoğu’daki en istikrarlı ülke olması boşuna değil. 
  Davutoğlu’nun mimarlığında oluşturulan yeni dış politika bu görece  istikrarı imha etti. Üstü azıcık örtülü bir irredantizm ve Sünni “lebensraum”la bezeli bu yeni dış politikanın ülkeyi getirdiği yer belli. 
  İslamcılığın göstermelik antiemperyalizmi söylemde kaldı. İş sonunda  İncirlik’i açma ve bölgeden çekilen Batı’nın bıraktığı boşluğu askeri  olarak doldurmaya geldi. 
 IŞİD’e destek  verilmese de göz yumuldu, El Kaide’yle ise Suudi Arabistan ve Katar’la  beraber şaibeli ilişkilere girildi. Bu şaibeli ilişkide Batı’nın IŞİD’e  karşı El Kaide ve diğer cihatçı unsurlara alan açmış olma ihtimalinin  payı ise henüz belirsiz. 
 İstifa etmiş hükümetin IŞİD ve PKK’ye aynı anda savaş açmakla muradı nedir? 
 Sınırda güçlenen Kürtleri engellemek ve Esad rejimini indirecek cihatçıların elini rahatlatmak mı? 
  Türkiye’nin bu hamleden ne gibi bir fayda sağlayacağı dahi  tartışılmıyor. Ortadoğu’daki savaşa her müdahale, savaşın unsurlarının  çatışmasını ülke içine taşıyor. 
 Türkiye’nin girdiği savaş gerçekten Türkiye’nin savaşı mı?
