Her şeye ‘büyük’ demenin bir tehlikesi var. Karşılaştığımız her şeye ‘büyük’ dersek kelimenin anlamı ve önemi kaybolur ama çağımızın en önemli özelliği karşılaştığımız birçok siyasi olayın fazlasıyla büyük olması. ‘Şok doktrini’ olarak formüle edilebilecek bu ‘büyük’ olaylar silsilesinde egemenler cüretle büyük adımlar atıyor, biz faniler ise bir olayın şokunu atlatamadan diğer olayın ağırlığı altında eziliyoruz.
Şehre asker girmez mi dediniz sokarız, siyahlara ve kadınlara biraz olsun şans sağlayan eşitlik programlarını kaldırırız, üniversiteleri ifade özgürlüğünün kalesi olmaktan çıkarır, Savunma Bakanlığı’nı açıkça Savaş Bakanlığı olarak adlandırırız. Irkçı ve cinsiyetçi olduğumuzu kimseden saklamaya gerek duymadan ve rıza üretmeye çalışmadan açık açık söyleriz.
Evet bunlar ABD’deki siyaset ve ben bu siyasetten sanki kendi başımıza geliyormuş gibi bahsediyorum, çünkü ABD siyaseti tüm dünya siyasetine egemen ve diğer ülkeler için bir pusula. İmamın yaptığını cemaat daha sert haliyle kendi ülkesinde uyguluyor. Dolayısıyla ABD siyasetine ne kadar dikkat kesilsek azdır.
Bütün ‘büyük’ şokların ardında neoliberalizmdeki büyük dönüşüm var. Cüretle ve bütün köprüleri yakmış siyasi tavırlar tüm enerjisini ve motivasyonunu arkadaki epeyce büyük bir restorasyon ihtiyacından alıyor. Bu restorasyona odaklanırsak her gün duyduğumuz şok haberlerini biraz olsun daha metanetle ve anlayarak karşılayabiliriz.
90’lı yılların ortasında sosyalist devletlerin yıkılıp Batı’nın rakipsiz kalmasının ardından dünyada önemli bir restorasyon gerçekleştirildi. Bu restorasyon, sivil toplumun yükselmesi, demokrasinin kurulması, insan haklarının ön plana çıkarılması planıydı. Eski sosyalist ülkelerin Batı tarzı bir demokrasiye evrilmesi için Dünya Bankası bu yöndeki çalışmalara fon akıttı.
Antropolog ve siyasi düşünür Elisabeth Povinelli, neoliberalizmin savunduğu liberal politikanın garip bir tarihsel koşuldan doğduğunu söylüyor. 1968 ayaklanmasının yarattığı muhalefet ve ondan türeyen siyasi mücadeleler o dönemdeki rejimi zorladıkça bu siyasi mücadeleleri tehlikesiz hale getirmenin bir yolu bulundu.
Dolayısıyla neoliberalizmin liberal-demokratik siyaseti 1970’lerde ortalığı kavurmuş rejim karşıtı hareketleri ehlileştirilerek Batı tarzı bir demokrasinin tanımı içine sokulması. Tarihsel olarak ortaya çıkmış durum, özsel bir zorunluluk değil.
Dolayısıyla neoliberalizm asla ilerici olmadı, sadece rejim karşıtı hareketler tarafından zorlanıp sınırlandırıldığı için demokrasinin sınırlarını daha geniş tanımlamaya mecbur kaldı. Şimdi ona eşlik eden liberalizmin sonuna tanıklık ediyoruz.
Beyaz adam geri döndü. Yaşadığımız büyük restorasyon bu. Erkek egemen, milliyetçi, ırkçı kapitalist bireycilik kendi çıkarlarını utanmazca savunurken, kendinden olmayan kimseye tahammül etmeyeceğini açık açık vurguluyor.
Liberalizmin verdiği hakların kalesi olan üniversitelere saldırı tesadüf değil, ayrıca bu saldırılar sembolik de değil. İfade özgürlüğünün kalesi olduğu kadar pusulası ve çekici gücü olan üniversitelere saldırı, büyük restorasyonun önemli ayaklarından biri.
Filistin yanlısı gösterilerin başladığı Columbia Üniversitesi, kesilen federal fonlar ve ABD Başkanı Donald Trump’tan aldığı tehditlerle çoktan dize geldi; 80 öğrencisini cezalandırıp ‘Irkçılık ve Medya‘ gibi başlıklar taşıyan dersleri kapattı.
Berkeley ise daha büyük hayal kırıklığı yarattı. 1968 hareketinin asıl başladığı yer Fransa değil, Kaliforniya Berkeley Üniversitesi. Büyük protestolar Vietnam Savaşı’na karşı 1966’da başlıyor. Herbert Marcuse gibi bir entelektüelin eşlik ettiği protestolar 1968 ve sonrasına taşınıyor. Büyüyen LGBT hareketinden de ateş alan bu hareket başta Fransa olmak üzere tüm dünyaya sıçrıyor -dönemin ruhu- diyelim.
1966’da Kaliforniya valisi olan Ronald Reagan ise ücretsiz olan Kaliforniya eyalet üniversite sisteminin tehlikesini fark ediyor. “Biz neden işçi çocuklarını parasız eğitiyoruz” sorusuyla başlayan ücretli eğitim politikası sonucunda şu anda ücretsiz eğitim veren bir üniversite yok. Berkeley yıllık 50 bin dolara varan okul ücret tarifesi belirliyor!
68 ruhunun doğduğu Berkeley Üniversitesi geçen ay Trump yönetiminin istediği ‘anti-semitik eylemciler’ listesini hazırlayarak federal yetkililere teslim etti. Bu listede akademisyen, çalışan ve öğrenci olarak toplam 160 isim var. Bu listedeki isimlere ne olacağı henüz tam olarak bilinmiyor, soruşturma mı açılacak yoksa atılacaklar mı, belli değil.
Bu isimlerden biri de ünlü queer teorisyeni Judith Butler. Butler, “Hakkımda ne tür bir suçlama olduğunu bilmiyorum. Dosyayı görmeme izin vermiyorlar. Kafkaesk bir dünya bu, suçunuzu öğrenmek istiyorsunuz ama size kimse bir şey söylemiyor” diyor.
Kaliforniya Üniversitesi sözcüsü ise “Biz üniversite olarak devletin ve federal kurumların denetimi altındayız. Bu kurumların kurallarına uygun davranmalıyız” diyerek savundu verdikleri listeyi. Kısacası bizden ne istiyorlarsa yaptık işte diyor. Butler ise, “Bu talebi reddetmeyi hiç mi düşünmediniz?” diye sordu.
Slavoj Zizek kamusal entelektüelliğin sembollerinden biri. Dünyadaki her olay hakkında konuşur. Pandemi başladıktan iki ay sonra çıkan kitabı, örneğin, herkesi şaşırtmıştır; ne zaman anladı da yazdı diye. Bir çeşit pop star gibidir; her zaman ters köşe yapar, her zaman şeytanın avukatlığına soyunur.
Geçenlerde verdiği bir söyleşisinde yukarıda sözünü ettiğim sağcı büyük restorasyonun sebebini çok ilginç bir yere bağladı. Tam olarak onu sözleriyle söylersek, bu yaşadığımız sürecin sebebi bizzat 1968’teki radikal hareketlermiş. Zizek bu fikrini şöyle temellendiriyor:
“Biz bugün bir ‘utanmazlık’ çağında yaşıyoruz. Bunun kökeni, Batı’daki 68 kuşağı öğrenci isyanlarına kadar dayanıyor. O zaman hakim olan düşünce şuydu: Utanç baskıdır. İnsan ne istediğini açıkça söyleyemiyorsa, bu baskıdır. Bu yüzden öğrenciler kasıtlı biçimde utanmazlığı bir araç haline getirdiler; örneğin küfürleri halka açık biçimde kullandılar.
Psikanaliz hocam Jacques Lacan, daha 1968’de Paris’te bunu görebildi ve öğrencilerine şöyle dedi: ‘Eğer kendinizi böyle utanmazca davranmaya alıştırırsanız, bir gün sizden önceki tüm efendilerden daha kötü bir efendiye sahip olacaksınız.’ Bu kehanet bugün gerçekleşti. Cumhuriyetçiler, 68 kuşağının o kaba utanmazlığını bir iktidar ilkesi haline getirdiler.”
Babanın egemen arsızlığından isyankar çocuklar sorumlu diyor! Yine baba kazanıyor, yine baba haklı, yine haksız olan çocuklar. Sanki çivisinden çıkmış finans kapital yokmuş, savaş ekonomisi yokmuş, milyarderlerin hükmettiği yönetimler yokmuş, sanki elli yıldır tüm devletleri şirketleştiren neoliberalizm yokmuş da tüm meselemiz evet ‘utanmazca’ özgürlük isteyen rejim karşıtı hareketlermiş gibi konuşuyor.
‘Utanmazca’ istediler, orası doğru, çünkü egemenin belirlediği utanç ve edep sınırları içinde kalarak herhangi bir özgürlük kazanmak pek mümkün değil.
Tüm özgürlük hareketleri egemene sınır koyar. Neoliberalizmin liberalizmi 1960’larda yok edemediği özgürlük hareketlerini içererek ama onlar tarafından da sınırlandırılarak oluştu. Şimdi buna ihtiyacı kalmadı, artık gerçek yüzünü gösteriyor.
Egemen doğası gereği arsız ve utanmazdır. Sınırlanmak istemez, hesap vermek istemez, hep bana der, kendinden başka hiçbir yaşamı önemsemez. Büyük restorasyon Zizek’in dediği gibi egemen babadan ‘utanmazca’ özgürlük isteyen çocukların suçu değil. Daha doğru formül şu olurdu: Artık egemen babayı sınırlayabilecek hiçbir karşı güç ve özgürlük hareketi yok.