Çevresel ve ülkesel çılgınlık (lar)...

İstanbul Boğazı'na paralel bir kanal ve iki yakasında yeni kentler inşa etme iradesi, seçim arefesinde kamuoyuna “çılgın proje” olarak açıklandı.

TDK Sözlüğü’ne göre çılgın, “aşırı davranışlarda bulunan, deli, mecnun”.

Bu sözcük, daha çok, insanlararası ilişkilerde sergilenen davranışlar için kullanılır. Fakat, kuzey Marmara kanalını niteleyen bu sözcük, doğayı dönüştürmeye yönelik bir proje için kullanıldı. Gerçi, çevresel çılgınlık, mekân ve tür bakımından genelleşti: barajlar ve HES’ler, “ülkesel çılgınlık”tan başka nasıl nitelenebilir?

Ülke genelindeki yapılaşma tarzı ve özellikle İstanbul’da yerleşim tarzı da, “çılgın” sıfatını hak etmekte. Mesela İstanbul’da, mantar gibi yükselen “yöre-kentler”, bir ölçüde anlaşılabilir. Fakat, son yıllarda ivme kazanan kent içi yapılaşmayı anlamak, zor: yeşil veya değil, nerede en küçük bir alan varsa, orası hemen betonlaştırılıyor; hem yatay, hem de dikey sınırlar zorlanarak…

Bu yapılaşma tarzı, doğrudan üç hukuk disiplini ile ilgili: imar, şehircilik ve çevre hukuku.

Batılı toplumlarda giderek önem kazanan bu üç hukuk dalının “normatif değeri”, bizde hep ikinci planda kalır: Yönetim ve siyasal karar organlarının en çok ihlâl ettikleri alanlara denk düşen düzenlemeler alanı bunlar.

Bunun böyle olduğunu, Anayasa’nın sadece iki maddesine bakarak kanıtlamak hiç de zor değil: yerleşme özgürlüğünde ve konut hakkında  şu iki ana ölçüt bile kayda değer: “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak” (m.23); “şehirlerin özelliklerini gözeten bir planlama” (m.57).

Bunlar, öncelikle kamu makamlarına hitap eden bağlayıcı kurallar… Çevre hakkı ve ödevi de açıkça düzenlenmiş (m.56). Devlet de, ödevin muhatabı...

Ne var ki, bunları ihlâl eden de, en başta devlet organları. Nasıl? Diğerleri arasında, çevre hakkı ve çevre hukukunun “ç”si olan, “Çevresel Etki Değerlendirmesi” (ÇED) dikkate alınmayarak.

Çevre ve doğal kaynaklar üzerinde olumsuz etki yaratabilecek yatırımların getireceği ve götüreceği, ÇED raporu ile belirlenir. Rapora göre, alınacak önlemler bile, zararları en aza indirmeye yeterli olmayacaksa, tasarlanan yatırımdan vazgeçilir.

HES’lerde ÇED Raporu hazırlamamak için veya etkisiz kılmak için, izlenen hileli yollar biliniyor.

İstanbul kanal projesi için en başta hazırlanması gereken, ÇED Raporu olmalıydı.  Üstelik bu proje, sadece kanal inşaatı değil, onun iki yakasında yeni kentler ve yeni bir havaalanı inşa iradesini dışavuruyor. Yani, Kuzey Marmara ile sınırlı bir proje değil, ülke bütününü etkileyecek bir tasarı: Anadolu nüfusunun önemli bir kısmının Rumeli’ye çekilmesi demek. Hatta, uluslararası sonuçları, şimdiden tartışılmaya başlandı: Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin geleceği ve kanal geçişinin hukukî rejimi…

Konu, doğal kaynaklar, yeşil alan, tarihî ve kültürel miras, sürdürülebilir gelişme yönlerinden de tartışılmalı. Hatta, şu da söylenebilir: eğer amaç, tarihî kenti kurtarmak ise, bunu bugün engelleyen ne? Yok eğer amaç, boğaz trafiğini rahatlatmak ise, buna kanal tek başına yetmez mi? Her iki yakası ağaçlandırılmış bir kanal yerine, neden kentlerle çevrili bir kanal? Amaç, kanal kılıfı altında yeni bir rant alanı mı?

Şimdilik açık olan, “çevresel ve ülkesel çılgınlık (lar)”da, yasal düzenlemeler bir yana, bağlayıcı anayasal hükümlerin bile hiç dikkate alınmadığı…

Şöyle de düşünülebilir: Rumeli’de yeni yerleşim birimleri tasarlamak, Anadolu’da HES’lerin kurutacağı vadilerden göç etmek zorunda kalacak nüfus için yerleşim alanı yaratmak anlamına gerekebilir. Şimdilik görünen, 2015’lerde tersi yönde bir “tehcir” mağdurlarına kanalın kanatlarının kapalı oluşu; çünkü, büyük yatırımcıların iştahı, TV kanalları yoluyla çoktan şırınga edilmeye başlandı…

Eğer, kanal ve kentler projesi bir çılgınlıksa, bu tekil değil, Kars’a kadar uzanan çılgınlıklar zincirine yeni bir halkanın eklenmesidir: HES’ler ve İnsanlık Anıtı’nın yıkılmasına kadar…

Anayasa tartışmalarının yoğunlaştığı süreçte, iktidarın öne çıkan iki özelliği:

-Baraj severlik: siyasal baraja dokunmamak ve ülke üzerinde sürekli baraj inşa etmek.

-Anayasa: Yürürlüktekine uymamak, ama yenisini yapmaya aday olmak.

Bir gözlem ve bir soru:

-Dokunmamak, yıkmak ve inşa etmek: eylem çok, ama oyuncu tek.

-Anayasa, iktidarı sınırlamak için mi, yoksa pekiştirmek için mi?

Sonuç olarak, 12 Haziran seçim kampanyasının damgalayacağı ayrışma şimdiden belli: tek kişi iktidarına gidişi alkışlayanlar ve buna dur diyecek bir demokratik cephe. Kısacası, tercih, başkanlık ve demokrasi arasında yapılacak...

(Birgün 05.05.2011)

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2260