Türkiye egemenleri uzun vade, yapısal dönüşüm gibi terimleren denk geldiği alanda hep başarısız olmuşlardır. Bizimkilerin becerisi kriz idaresidir.
Çok gerilere gitmeyelim. II. Dünya Savaşı sonrası değişimi düşünün. Proje “iyiydi”, doğrusu. Hem “faşizme karşı demokrasinin zaferi”ne uygundur, hem de Batı’nın, demokrasi kavramını faşizme karşı mücadeleyi taşıyan halklardan, onların arkasındaki sosyalist ülkelerden gasp etme oyununa. Türkiye’nin hem içi hem dışı, hem ideolojisi hem kurumları, hem de ekonomisi değişecektir... NATO’ya girilecek, Batıyla buluşulacak, dinselleşmenin önü açılacak...
1950’de bir yola girilir. On yılın sonunda krize açılan bir yol. Ekonomide kriz vardır. Diplomaside kriz vardır. Laiklikte kriz vardır. Devlette kriz vardır.
Koskoca 12 Eylül darbesi de öyle değil mi? Onca idam, baskı... “her şeyi değiştirmek” içindi. 1983’de seçmenlerin Kenan Evren’i dinlemeyip askerin has partisi yerine onun sivil kardeşine, ANAP’a oy vermeleri sorun değildi. Asıl mesele sonraki on yılda ortalığın toz duman olması, Kürt savaşı, her seçimden başka partinin çıkması, siyasette merkezin çökmesiydi. Bahar eylemleri kapıyı açtı ve sonra dikiş tutmadı. Ekonomide de ‘94 krizi, 2001 krizi...
Tabii ki bitmedi; AB bir “grand” proje olarak piyasaya sürüldü. “Tek maksat KİT’leri yağmalamak, Türkiye tarımını yemekti”, demek tatminkar olmaz. Bunlar önemli, ama AB Türkiye için bir dönüşüm modeliydi. O yolda giden Türkiye Batının parçası olacak ve içerde krizlere karşı bünyenin bağışıklık sistemini garantiye alacaktı... Kaç yıl sürdü?
Erdoğan çizgisinin, Yeni-Osmanlı veya 2. Cumhuriyet olarak olumlanmasından “AKP faşizmi” algısına geçiş de fazla zaman almadı. Elbette memleketin önemli bir kısmı AKP’ci olmaya devam ediyor. Ama artık bu bir toplum modeli, büyük proje, dönüşüm programı değil. Krizi yönetmeye çalışıyorlar. O kadar.
Kendinden önceki deneylerin başına ne geldiyse, o. Önce yüksek iddialar, pahalı yatırımlar. Sonra risklerin patlaması ve sallanan çatıyı, kirişi tutma çabaları. İlkinde iflas kaçınılmaz. Geriye kriz idaresi kalıyor; orada fena değiller.
AKP artık bu etapa geçti. İlk ortaya atıldığında, halkın cumhurbaşkanını seçecek olması bir rejim modelinin parçasıydı. Halk tarafından seçilen güçlü cumhurbaşkanı, aşağı yukarı başkan demekti.
Şimdi, eskaza Erdoğan seçilmezse, iki ay sonra “kaldıralım cumhurbaşkanlığını canım” diyeceklerine emin olun. Maksat yangın söndürücülüğü. Aynı HSYK veya Anayasa mahkemesi gibi, MİT tartışması veya AB süreci gibi...
“Büyük proje” bu kadar günübirlikçiliği, bu ölçüde pervasız faydacılığı kaldırmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden dönüşüm, yapılanma, vb “ciddi işler” artık çıkmaz. Cumhurbaşkanlığı krizin bir sonraki istasyonudur.
Kriz treni 1 Mayıs’ta, Gezi patlamasının veya çocuklarımızın ölüm yıldönümlerinde durur mu, bilemem. Ama 10 Ağustos-24 Ağustos arası kriz momentidir. O kesin.
Anons yapıldı. Hazırlıklar başladı. Halk da hazırlanmalı... Hiç gecikmeden.
* * *
Gazetemizin yaşadığı mali zorluklarla ilgili yaptığımız çağrı hemen yankı bulmaya başladı. Dijital abonelik işlemlerinin yeniden canlandığını gördük, kimi yerlerde okurlarımızın yan yana gelip “her gün iki gazete” dediklerini duyduk. “Elimden ne gelir” sorusu günlük işleyişimizin parçası haline gelmeye başladı.
Sağolun! Sorunu birlikte aşacağımıza güveniyoruz. Bu dayanışma arttığı ölçüde, daha kısa süre içinde...
Çağrının yankıları bir yana, yaptığımız açıklamayı dedikodu malzemesi olarak kullananlar da çıkıyor. Yok kapanıyormuşuz, yok kendi içimizde şöyle sorunlar varmış, şu yazar şunu demiş de... İşimiz çok, bunlarla uğraşacak zamanımız yok. soL gazetesinin politik misyonlarının yanı sıra bir de etik misyonu var: Halka yalan söylemeyiz. Ne haberlerimizde, ne niyetlerimizde, ne başka şeyde. Boş verin. Dayanışmaya hız verin.