Ülkenin anayasayı korumakla mükellef kurumu ve en yüksek yargı merci olan Anayasa Mahkemesi, aldığı bir kararla twitter yasağını iptal etti geçtiğimiz günlerde.
Başbakan ise, özgürlükler, temel haklar, evrensel hukuk kuralları gibi demokrasinin olmazsa olmazlarını fazla dert etmediği için çıkıp “bu karar milli değil, saygı duymuyorum ama uygulamak zorundayız” deyiverdi.
“Demokrasi eşittir sandık” saçmalığı işbaşında olduğu için, twitter yasağını ya da bizzat mahkemeyi referanduma götürüp “siz milli iradeden daha mı iyi bileceksiniz” de diyebilirdi aslında.
Neyse ki yapmadı da, -en azından şimdilik- twitter yasağı kalktı, mahkeme de yerinde duruyor.
Anayasa Mahkemesi kararına ve bizzat mahkemenin kendisine yönelik iktidarın ve yandaşlarının bakış açısı Türkiye’nin yeni rejiminin niteliğine dair önemli ipuçları veriyor aslında.
Türkiye’de artık fiilen Anayasa olmadığı gibi, yargı da, kanunlar da yok.
Türkiye tek adam egemenliğine dayanan parti-devleti rejimiyle yönetiliyor ve ülke, rejimin gizli anayasası doğrultusunda yönetiliyor.
O gizli anayasanın ise aslında tek bir maddesi var: “Her şey parti-devleti için, parti-devletine göre, parti-devletinden.”
Ülkenin en yüksek yargı kurumu ve Anayasa, bu madde doğrultusunda devre dışı bırakılırken, seçimlerin de buna göre yapıldığını, sadece sandığa indirgenmiş demokrasinin bile giderek anlamını yitirmeye başladığını görebiliyoruz.
Trafoya giren kedilerden tutun da, Anadolu Ajansı Genel Müdürü'nün AKP’yi ziyaretine uzanan bir yelpazede bakıldığında, Türkiye’de 30 Mart günü yapılan “şey”e seçim demek artık çok da mümkün görünmüyor.
Oylama esnasındaki usulsüzlüklerin ötesinde, sonrasında yaşananlar da seçimde aslında gizli bir kuralın yürürlükte olduğunu gösteriyor: “Oylar iktidar partisi kazanana kadar yeniden sayılır, muhalefetin yeniden sayıma ilişkin talepleri ise kabul edilmez.”
Ankara’da olan biteni herkes biliyor. Adil yapılmadığından herkesin emin olduğu bir seçimin neticesinde Gökçek mazbatasını almaya gidiyor ve tarafsız olması gereken hâkim, övgüler eşliğinde Gökçek’e mazbatasını veriyor.
Suriye sınırındaki Ceylanpınar’da BDP oyları göz göre göre gasp ediliyor. El Kaide’ye lojistik destek için son derece önemli olan bu yerde, belediye adeta El Kaide’ye hediye ediliyor.
Ve Ağrı… Ağrı’da seçimi BDP’nin kazanmasından sonra AKP tarafından sonuçlara itiraz ediliyor ve oyların on beş kere, evet on beş kere sayılmasının ardından, BDP’nin kaybetmeyeceği anlaşılınca, seçim iptal ediliyor ve 1 Haziran günü yeniden yapılması kararlaştırılıyor.
30 Mart seçimleriyle birlikte artık kesin bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor: Parti-devleti rejimiyle yönetilen Türkiye’de artık seçimler bir mizansenden, bir gösteriden ibarettir.
Seçim artık “milli irade” diye kutsanan muhafazakâr kitlelerin sandığa gidip iktidar partisinin görev süresinin uzatılmasına onay vermesinden ibarettir.
Ve artık, iktidar partisi tarafından stratejik olarak görülen yerlerin, kazansalar bile başka partilere verilmemesinin bir devlet politikası olduğu anlaşılmıştır.
Anayasanın fiilen askıda olduğu, seçimlerin ise bir mizansene dönüştüğü günümüz Türkiye’sinde, siyaset oyununu rejimin koyduğu kurallara göre oynamak beyhude bir çaba haline gelmiştir.
Gerçek bir siyasal mücadele ve müdahale arzusu, her şeyden önce iktidarın kırmızı çizgilerinin dışına çıkmayı, kendi kurallarını dayatmayı ve oyunu yeniden kurmayı gerekmektedir.
O kırmızı çizgilerin dışı sokaklar, oyunun yeniden kurulacağı yer ise meydanlardır. Başlangıç orasıdır.