Türkiye, yaşamın her alanının güvensiz hale geldiği bir ülke oldu.
Eskiden güvenlik deyince akla can ve mal güvenliğinden başka bir şey gelmezdi.
Bugün eğitim yaşamı güvensiz. Bir sabah mahallenizin okulunun tabela ve içerik değiştirdiğini görüyorsunuz. Durumun düzeltilmesi için başvurduğunuz makam, değişikliği yapan yer. Kimi kime şikâyet edeceksiniz?
Bir sabah, sürekli gittiğiniz sağlık kurumu, hasta kabul şartlarının değiştiğini, öncekinden birkaç kat daha fazla ödeme yapmanız gerektiğini söylüyor. Doktorların “kul time” hizmete zorlandığı ortamda sizin doktor seçme hakkınıza olağanüstü bir lüks gözüyle bakılıyor.
Sağlık güvensiz.
Şekilciliğin, sembollerin her şeyin önüne geçtiği günümüzde özel yaşam tercihleriniz de güvenlik alanına giriyor. Ayrımcılığı ve karşıtlığı siyaset yapma biçimi olarak benimseyen iktidarın kıyafetinizden yapacağınız çocuk sayısına kadar özel hayatınızın her alanıyla ilgili, kural olarak dayattığı “önerisi” var.
Özel yetkili iktidar karşısında, özel yaşamınız güvensiz.
Yukarıda aktardığımız, daha da genişletebileceğimiz yaşam güvenliği sorunlarının çözüm yeri hukuktur.
Ne yazık ki Türkiye’de artık ciddi bir hukuk güvenliği sorunu da var.
Başta özel yetkili mahkemeler olmak üzere yerel mahkemelerin demokrasi ve özgürlüklerle bağlantılı davalarda verdiği kararların çoğu tartışmalı. Toplum vicdanında karşılık bulmuyor.
Böylesi kararların deyim yerindeyse “düzeltilme” yeri Yargıtay. Bu bağlamda yayın organlarında sık sık “Yargıtay’dan döndü” başlığı yer alırdı.
Balyoz kararı gösterdi ki, Yargıtay da yıllar içinde kendi oluşturduğu içtihada, hukukun evrensel kurallarına göre karar vermek yerine özel yetkili mahkemelerin paralelinde konumlandı.
Yargıtay 9 Ekim’de sadece bir davaya ilişkin karar vermedi. Önümüzdeki dönemde pek çok davayı etkileyecek, tartışmalı bir yol açtı.
Hukukun en temel kurallarından biri şudur:
Şüpheden sanık yararlanır.
Yargıtay’ın onayladığı kararla bu kural şöyle değişti:
Şüpheden hâkim yararlanır!
Hukukun alt dallarından biri de “delil hukuku”dur.
Eğer bir delilin güvenliğinde şüphe varsa o delil “sakatlanmış” demektir.
Yargıtay bu konuda standardı olmayan bir yaklaşım sergiledi.
Yine hukukun olmazsa olmazlarından biri “tanık dinlenmesi”dir.
Silivri yargılamalarında bu konuda da çok tartışmalı “usuller” oluşturuldu. Gizli tanık uygulaması da etkin şekilde devreye sokularak, “karara uygun ifade verecek kişiler” ayrıca kıymetlendirildi. Bunun yanında mahkemeden çağrılması istenen kimi tanıklar getirilmediği gibi, gelen tanıklar da dinlenmedi.
Pek çok davada yaşanan bu tartışmalı duruma Yargıtay’ın yaklaşımı şu oldu:
“O tanıklar dinlense de sonuç değişmezdi.”
Bu öylesine lastikli bir durum ki, şuraya kadar götürebilirsiniz:
“Mahkeme, hiç duruşma yapmasaydı da sonuç değişmezdi!”
Yerel mahkeme kararlarından sonra, hukuksuzluğun fazla tartışılmamasını, kamuoyunda soruların yükselmemesini isteyenlerin klasik cümlesi şu oluyor:
“Daha Yargıtay aşaması var.”
Aynı kesimler Yargıtay kararından sonra da şunu öne çıkardılar:
“Daha Anayasa Mahkemesi aşaması var.”
Anayasa Mahkemesi başkanı olası ihsas-ı rey eleştirilerini de göze alarak “Bize güvenmeyin” dedi. Devamında da kararı veren hâkimleri övdü.
En yüksek mahkeme de bunu yaparsa geriye söyleyecek bir şey kalmıyor.
Hukuk o kadar üstün bir yerde ki...
Ulaşmak imkânsız!
19 Ekim 2013 - Cumhuriyet