 
                            Yüzeyler boyunca hareket ediyoruz epeyden beri. Derinlik arayışlarının  terk edildiği pop kültür çağında Andy Warhol, kendisini tanımak  isteyenlere yüzeyde görülene bakmalarının yeterli olduğunu söylüyor.  “İşte ben oradayım” diyordu, “yüzeyin gerisinde boşuna bir şey  aramayın.” Oysa Sovyetler’de 1920’lerdeki açlık yılları sırasında  konstrüktivizmin kurucularından Vladimir Tatlin, yüzeyin altındaki umudu  yeşertmek için, Leningrad Sanat Akademisi’nin bahçesindeki kaldırım  taşlarını söküp patates ekmişti. Kaldırım taşlarına yönelik benzer bir  tavrı 1968 Paris’inin sokaklarında da görmüştük: “sous les paves la  plage (kaldırım taşlarının altında plaj).” Kaldırım taşlarını polise  fırlatan gençler, taşların altındaki kumsalı keşfetmişlerdi ya da umudun  yeşerebileceği toprağı. Doğanın ve insan doğasının üstünü kaplayan  yapay kaplama malzemeleri kazındığında altta yatan umuda işaret ediyordu  her ikisi de.
YÜZEYİ KAZIYIP ALTTA YATANA ULAŞMAK
Yüzeydeki mevcut düzeni, yüzeyi kazıyarak değiştirmeye yönelik bu umut,  günümüzde de içerik değiştirerek sürüyor.  Devrimciler yüzey kazıma  sanatını kapitalist sistemin parlak yüzeylerle kapladığı geçmişin  dayanışmacı, eşitlikçi, özgürlükçü tavırlarını açığa çıkarmak için  kullanırlarken, kapitalistler insan umudunu paraya endeksleyerek  kazı-bilimini define arayışına dönüştürdüler. Ellerindeki kartlarla  “kazı kazan” diye bağıran piyangocuların kartlarını kazıdığımızda umutla  değil, bir başka yüzeyle karşılaşıyoruz her seferinde, umutsuzluğun  yüzeyiyle.  Yıllar önce Vasıf Kortun’un küratörlüğünde Project 4L’de  gerçekleştirilen serginin başlığı “Plajın altında kaldırım taşları”, bu  tersine dönüşü anlatıyordu; sitüasyonist détournement’ı, yani saptırmayı  yine sitüasyonist bir slogana uygulayarak insani umutların nasıl da  ters yüz edildiğini gösteriyordu. Bu tersine çevrilmiş sloganı artık düz  anlamıyla okuyabiliyoruz; önce Paris’in Sen nehri kıyısına yerel  yöneticiler kaldırım taşlarının üzerine kum dökerek plaj yaptılar;  Eskişehir’de Porsuk nehrinin kıyısında bizim de kumsalımız var artık.  Bir zamanlar yüzeyi kazıyarak ulaşmaya çalıştığımız kumsal artık hazır  ve nazır bize sunuluyor yüzeyde. Hazları metalaştıran sistem, kumsalı da  hazlarımızı hemen gerçekleştireceğiniz bir yüzey haline getirdi. Artık  kazı yapmanıza da gerek yok; her şey yüzeyde duruyor, uzanma  mesafesinde. Yüzeyi kazıyarak altta yatana ulaşmaya çalıştığımızda da,  tıpkı kazı kazan kartlarındaki gibi bir başka yüzeyle karşılaşıyoruz,  kapitalin yüzeyiyle.
DERİNLERE DALIYORUZ AMA YÜZEYDEYİZ
Derinlere dalıyoruz ama durmadan yüzeyde buluyoruz kendimizi. Sisteme  bir direniş biçimi, birden bir meta oluveriyor ve tam da direndiğimizi  sandığımız anda yüzey avlıyor bizi, kaldım taşlarına dönüşüveriyoruz.  Spor giysiler üreten çokuluslu bir şirkete yönelik direnişe  katıldığınızı düşünelim; bu direnişe destek vermek için üzerinde şirket  aleyhtarı bir slogan yazan tişört satın alıyorsunuz ve eve geldiğinizde  bu tişörtün direndiğiniz şirket tarafından üretildiğini okuyorsunuz  yakasındaki etiketten. Tüketim toplumunda direndiğinizi,  derinleştiğinizi sandığınız an, tüketen ve tüketilen bir metaya, bir  yüzey malzemesi dönüşüveriyorsunuz birden, yani bir kaldırım taşına.
KALDIRIM TAŞLARINA DÖNÜŞÜM
Şirketlerin yaşamın en kılcal damarlarına sızdığı bir dünyada farkına  varmadan kaldırım taşlarına dönüştük hepimiz. Neredeyse tüm  ilişkilerimiz şirketleşti. İlişkilerimizde devletçi ya da şirketçi  tavırları çok açık görüyoruz artık. Tüm enerjilerini devletçi  anlayışları yıkmaya yönelten anarşistler çokuluslu şirketlerin ağına  düşmeden edemiyorlar mesela. Alman anarşist Gustav Landauer, “Devlet bir  devrim tarafından yıkılabilecek bir şey değil, insanlar arasındaki  belirli bir ilişki, bir durumdur, insani davranışın bir tarzıdır; farklı  davranarak, başka ilişkiler kurarak devleti yıkabiliriz” dediğinde,  kaldırım taşlarına dönüşen bireyler arası ilişkilerle işe başlamayı  öneriyordu.
Yüzeyleri kazımaya devam edelim, sonunda bir uçurumla karşılaşırız  belki. “Uçurumları sevenlerin kanatları olmalı” diyordu Nietzsche. Sanat  Akademisi’nin bahçesindeki kaldırım taşlarını söken Vladimir Tatlin bir  uçurumla karşılaşmıştı belki de; daha sonraki yıllarda  ‘Letatlin’  adını verdiği kuşa benzeyen, kanatlı bir hava bisikleti, bir uçuş  makinesi tasarlamıştı.
(Birgün)