Emperyalist-kapitalist sistemin arsız ideolojisi olarak küreselleşmecilik veya neo-liberalizm 20. yüzyılın son çeyreğini “ulus-devlet bitti” şamatasıyla tamamlamıştı. Solda bu dolmuşa atlayanlara sol-liberal deniyor...
Burada hakikaten bir dolmuş söz konusuydu.
Ulus-devlet, güvenlik ve savaş aygıtıyla, piyasaya müdahale parvasızlığıyla, tekellerle iç içeliğiyle emperyalist ülkelerde hiç de bitmiyordu. Tersine kendilerini tahkim eden dünyanın egemenleri, hiyerarşide kendi altlarındaki herkese aynı masalı okuyorlardı.
Aslında bu bir yönetim modeli değişimiydi. Emperyalizm piramit yapısında, karar ehliyetini en tepeyle sınırlandırmak istiyordu. Bu yönelim doğaldı ve işin mantığına uygundu aslında. Hem kapitalist rekabete, hem emperyalistler (emperyalist devletler) arasındaki hegemonya mücadelesine, hem bunların sonucu olarak şekillenen uluslararası yapıya yakışan piramitin tepesinin sivri olmasıydı. Ama, emperyalist merkezler, sosyalizmin kendileri üstündeki tehdidini ve kitleler üstündeki cazibesini dengeleyebilmek için yetkilerini paylaşmak zorunda kalmışlardı birkaç on yıl!
Sovyet çözülüşünden sonra ise bağımsız veya özerk statüler, artık sadece sermayenin uluslararası dolaşımını yavaşlatmak ve kârların olabileceği kadar yükselmesine engel olmak anlamına gelirdi. Sosyalizm alternatifine karşı çeşitli güvenlik kuşakları da oluşturmaya gerek kalmadığına göre ne hakları vardı, merkezde alınan kararlara karışmaya!
Hikayenin özü budur. Ulus-devlet bitti teranesinde asıl kasıt buydu.
Peki hikayenin tamamı da bu muydu?
Söz konusu söylem ve bu doğrultuda ulus-devletler üstünde kurulan baskı bazı maddi değişimleri getirmiştir.
Nasıl getirmesin ki?
Ulusal hukukların çalışmadığı çok şey var bu yeni dünyada. Serbest bölgeler var, uluslararası mahkemeler var, gevşetilen veya ihlal edilmesi çoktan kanıksanan sınırlar var. Askeri müdahalelere atfedilen meşruiyet dünyayı sömürgecilik çağına döndürdü neredeyse. Ulusal bağımsızlık hareketleri sistem dışı karakterlerini yitirdiler ve büyük çoğunlukla emperyalizmin manipülasyon ağına düştüler. Sermayenin dolaşımı daha serbestleşmekle kalmadı, yerelleşme süreçleriyle birlikte bağımlı ülkelerin bütün toplumsal dokularını, kılcal damarlarını istila etti sermaye. Ulus-devlete özgü bir alan olan, onu ekonomik, politik, ideolojik olarak bütünleyen kamusal ekonomi özelleştirmeler yoluyla tasfiye edildi. Ulus-devletlere kâh işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olarak, kâh uluslararası dengelerin parçası olarak eşlik eden sosyal devlet uygulamaları yok edildi...
Yani ulus-devlete ilişkin yalnızca bir yanılsama yaratılmış değildir. Yıkıcı söylem yanılsamanın ötesine geçmiş ve ulus-devletler tahrip olmuştur.
Şimdi bütün bunlar yaşanırken, milliyetçiliğe bir şey olmaması mümkün müdür?
Cenk Saraçoğlu geçen hafta soL Portal'da yazdığı yazıda, CHP'li Birgül Ayman Güler'in bu değişimi göğüslemek için Türk milliyetçiliğinin tanımına bir reform getirmeyi de denediğini yazdı. Ufuk açıcı bir yazıydı doğrusu. Kemal soL gazetede politik doğrultuyu yetkin biçimde gösterdi. O da tamam...
Bu tabloya bir ek yapabileceğimi sanıyorum.
20. yüzyılın son çeyreğinden 2008 krizine kadar yaşanan ve önce adım adım, sonra arsızca saldırarak yükselen neo-liberalizm ile birlikte geleneksel burjuva milliyetçiliği devrini tamamladı. 19. yüzyılda birkaç on yılda sayısız halkların uluslaştıklarını, bileşimleri, iç tonlamaları değişse de hepsi aynı doğrultuya bakan milliyetçi ideolojilerin oluştuğunu biliyoruz. Kısacık bir sürede, derin bir değişimdi bu. Geride kalan bu yaklaşık 30 yıllık süreç hafife alınmamalıdır. “Ulus-devlet bitti” tezi emperyalizme aitti. Ama ulus-devletlerin sapasağlam ayakta olduğunu iddia etmek de akıllı işi olmaz.
Genel hatlarıyla Latin Amerika ve Ortadoğu'da emperyalist hegemonyanın düzlemeye çalıştığı rejimler veya dinamikler, söz konusu değişime direniyorlar. Ancak bu direnişlerin bir önceki aşamada olduğu gibi milliyetçilikten feyz almadıkları, bununla yetinemedikleri ve başka dinamiklerle etkileşime girdikleri açık.
Latin Amerika'da yerli kültürü turistik olmaktan çıktı ve politik nitelik kazandı örneğin. Kimi hareketler sınıf özü belirsiz bir sosyalizm vaaz etmeye yöneldi. Ortadoğu'da direniş en kolay eklemlenebileceği öğeyle, İslamla yakınlaşmaya başladı...
Kapitalizmin eski milliyetçiliğe bir alternatif oluşturabildiği söylenemez. Ulus-ötesi model Avrupa Birliği'nde iflas etti. Bağımlı ülkeler ulus-devlet bitti derken krize karşı ne kadar dayanıksız hale gelmişler, o açığa çıktı.
Direniş dinamikleri ise “alternatif küreselleşme” söyleminin tutmamasıyla tıkanmışlardı. Latin Amerika deneyimleri sosyalist devrime dönüşemedikleri için tıkandılar. Emperyalizmin İslamı kendisine bağımlılaştıran “Arap Baharı” atağı bir diğer cephede daha tıkanma yaratıyor, İslam bir direniş biçimi olmaktan uzaklaşacak veya işin bu yönü zayıflayacak ister istemez.
Ama bu tablo milliyetçiliğin geri gelmesine yetmiyor.
Burjuvazi küreselleşme ideolojisiyle, emeğe ve sosyalizme saldırı programıyla toplumun bütününe seslenme yeteneğini dramatik biçimde aşağı çekmiştir. Saldırıda ne kadar çok sonuç almışsa, kâr güdüsü ve hegemonya arayışı dışında kalan toplumsal parametreleri daha fazla ihmal etmiştir. Bu sürecin geldiğimiz noktasında bir genelleme yaparsak burjuvazinin asalak karakteri daha belirginleşmiş, toplumla egemen sınıf arasında bir yabancılaşma durumu keskinleşmiş bulunuyor. Milliyetçiliğin geri dönmesi veya yeniden tesisi, onun sahibi olan sınıfın toplumun çıkarlarını temsil etmek yönünde bir hamle yapmasıyla mümkün olabilir yalnızca. Burjuvazinin bu iddiası olmaması bir yana, krizle birlikte bu yol büsbütün kapandı. 2008'le birlikte sermayenin bencilliği, halk düşmanlığı patladı.
Başka boyutlarının yanı sıra, bu, büyük bir ideolojik kriz. Küreselleşmecilik duvara çarpmıştır ve milliyetçilik geri gelmeyecektir.
Hava tahmini yapmıyoruz. Zar atmıyoruz. Mücadele veriyoruz. Boşluğu işçi sınıfının taşıyıcısı olacağı sosyalizmle doldurma iddiası bizi anlatıyor.
Düşünün, insanlığın kaç yüzyılına damga vuran bir uluslaşma süreci ve onun ideolojisi kayalara vuruyor. Bunun sonuçlarını emperyalizmin devşirme denemesi de su alıyor.
Elbette boşluğu doldurma iddiası sosyalizme düşecek!
Solda bir süre öncesine kadar neo-liberalizme eklemlenenlerin borusu ötüyordu. Şimdi milliyetçiliği sol reformlardan geçirip restore etme denemeleri olacak. Hele iki milliyetçiliğin birbirini beslediği bizim ülkemiz bu denemelerin adeta laboratuarı olmaya aday.
Ama olan oldu. Milliyetçiliği de küreselleşmeciliği de kimse kurtaramaz tükenmişlikten. Milliyetçiliği reforme etme çabaları en azından içinde bulunduğumuz evrede nafile çabalar olarak kalacak.
(SolHaber)