TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu, Milli Güvenlik Kurulu’ndan 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısının tutanak kayıtlarını istedi.
MGK, bu talebi “Devlet sırrı” diyerek reddetti.
İlginç bir durum! Milli iradeyi temsil eden bir meclis, kendi çıkardığı kanun ile yönetilen bir kurumdan bazı kayıtları istiyor ve bu talep “Devlet sırrıdır” denilerek reddediliyor.
Milletin vekillerinden gizlenecek nasıl bir sır var, bilemiyorum.
TBMM Komisyonu’nun araştırdığı konu, bugün aynı zamanda bazı davaların da konusu!
28 Şubat süreci ile ilgili olarak iddianame hazırlanıyor, 12 Eylül ile ilgili olarak darbenin komutanları için dava açılmış durumda.
28 Şubat “postmodern darbesi” denilen olayın aydınlatılması ve gerçek adalete ulaşılması ancak ve ancak o günkü toplantıda nelerin yaşandığının bilinmesi ile mümkün olabilir.
Çünkü biliyoruz ki şu anda bu girişim nedeniyle suçlanan emekli ve muvazzaf askerler, anayasal bir kurum olan MGK’nın kararlarını uyguladıklarını savunuyorlar. Kararların altında dönemin başbakanının ve başbakan yardımcısının, ilgili bakanların imzaları olduğunu söylüyorlar.
Bilmemiz gereken şey, Başbakan Necmettin Erbakan’ın, yardımcısı Tansu Çiller’in ve görevli bakanların bu imzaları hangi şartlar altında atmış olduklarıdır.
O toplantıya katılan askerler, bu kararların imzalanmaması durumunda ne yapacaklarını söylediler mi? Gizli ya da açık bir darbe tehdidi yapıldı mı? MGK’nın sivil üyeleri bu tehdit karşısında çaresiz mi kalıp o kararları imzaladılar? Yoksa onlar da askerlerin hassasiyetlerini paylaştıkları için mi imzaladılar?
Bu bilinmeden yapılacak yargılamada da “eksik soruşturma” yapılmış olur, TBMM’nin araştırmasından da gerçek bir sonuç çıkmaz.
MGK Kanunu, bu toplantı tutanaklarının ve kararlarının “gizli” olduğunu tanımlıyor. Ama bu gizliliği kaldırmak, MGK’nın elinde! İlk toplantısında bu kararı alabilir ve hem mahkemeye hem de TBMM’ye bu toplantı tutanaklarını iletebilir.
Devlet güvenliği ile ilgili bir konu varsa onun gizli kalmasını talep edebilir, bununla ilgili görüşmeler hem komisyonun, hem de mahkemenin kapalı toplantısında yapılabilir.
Tabii mahkemenin ve TBMM komisyonunun amacı gerçeğe ulaşmak ise!
Amaç gerçeği ortaya çıkarmak değil de bir tür tiyatro sergilemekse gizliliğin devamında bence de bir sakınca yok!
BDP’nin yerini seçmesi gerek
GAZİANTEP’te sivillerin ölmesine neden olan terörist saldırıyı BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “açıkça kınadığını ve lanetlediğini” söyledi.
Böyle bir saldırıyı kendisini “insan” olarak tanımlayabilen kimse onaylamaz, buna kuşku yok.
BDP yetkililerinin de bu saldırıdan kaynaklanan kayıpların acısını hissettiklerine ve bu nedenle saldırıyı kınadıklarına da kuşku yok.
Ama insani olarak bu olay karşısındaki pozisyonları, siyasal pozisyonlarının doğru olduğu anlamına da gelmiyor.
Bu saldırıyı kınayanların, bu saldırıyı planlayıp gerçekleştirenleri “gerilla” diye tanımlaması, onların benzerleriyle sarmaş dolaş hatıra fotoğrafları çektirmeleri inandırıcılıklarını ortadan kaldırıyor.
PKK silahlı bir örgüt ve doğası gereği çatışmalarla besleniyor. Ve bunu yaparken de herhangi bir ahlaki, insani değerle kendisini bağlı hissetmiyor. Yola mayın döşerken de böyle, pusu kurarken de böyle, kentlerde sivillerin arasında bomba patlatır, molotofkokteyli ile içinde insanların bulunduğu otobüsleri yakarken de böyle.
Demokratik siyaset yapmak iddiasında olanların, böyle bir örgüt ile bir bağlarının olması kabul edilemez.
BDP’nin artık bir karar vermesi gerekiyor: Demokratik siyaset mi yapacaklar yoksa silahlı bir örgütün elinde oyuncak olmaya devam mı edecekler?
Orhan Pamuk’un içindeki çocuk
BAZI sözler var ki duyduğumda, tebeşirin tahtaya ters sürtülmesiyle çıkan sesin yarattığı etkiyi yaratıyor.
Bunlardan bir tanesi de “içimdeki çocuk” kavramı. Böyle bir söz duyunca “İçindeki çocuğu tuvalete götür de altına kaçırmasın” diyesim geliyor ama demiyorum tabii.
Orhan Pamuk, İngiliz Independent gazetesine verdiği demecinde şöyle söylüyor:
“Türkiye’nin sesi ya da temsilcisi olmak neşe dolu ve çocuksu bir durum değil. Rahatsızlık verici. Bu beni utangaç biri yapıyor. İçimdeki çocuğu öldürüyor.”
Orhan Pamuk’tan bir tür “Türkiye Büyükelçisi” görevinin beklendiğini, böyle bir beklenti içinde olanların bulunduğunu bilmiyordum.
Nobel ödüllü bir yazar, doğup yetiştiği, yazar olduğu, dilini kullandığı bir ülke için böyle söylediğine göre, kendisinden böyle bir beklentisi olanlar varmış demek ki.
Orhan Pamuk’un, bugünkü Türkiye’nin her şeyine sahip çıkmasını ve savunmasını elbette bekleyemeyiz.
Ama unutmayalım ki Türkiye dediğimiz şey de homojen bir bütün değil.
Ezenler var, ezilenler var. Diktatoryal eğilimler içinde olanlar, onları destekleyenler var, demokrasi isteyenler var. Renkli bir mozaik gibiyiz, bir arada durabiliyoruz ama çok sayıda renk var bu ülkede.
Ama Pamuk, belli ki hiçbirimizi beğenmiyor, hepimizi aynı torbaya doldurmuş ve “içindeki çocuk masumiyetini kaybetmesin” diye bizlerden uzak durmaya çalışıyor.
Kendi bilebileceği bir iş tabii ki!
(Hürriyet)