Son zamanlarda, Türkiye’de jeoloji biliminin tarihçesi ile ilgilenecekler için hazırlamakta olduğum bir kılavuz nedeniyle büyük Alman ilâhiyatçısı ve felsefe tarihçisi Eduard Zeller’in (1814-1908) kitaplarını okuyorum.
Dev Yunan felsefesi tarihini eskiden okumuştum (Prof. Wilhelm Nestle’nin elden geçirdiği son baskısı altı kalın cilt: 1919-1923) ancak Zeller’in makalelerinden sadece eski Roma’da din ve felsefe ile ilgili olanını okuyabilmiştim. Bu sefer altı ciltte toplanan toplu makalelerinden pek çoğunu okudum. Zeller’in Yunan felsefesi tarihi hâlâ bu konudaki en iyi kitaptır. Kendisinden sonra Gompertz’den Guthrie’ye bu konuda pek çok kitap yazılmışsa da Yunan felsefe tarihini adam gibi öğrenmek için Zeller’i okumaktan başka çare yoktur.
Zeller, on dokuzucu yüzyılın birinci yarısında Tübingen’in İlahiyat Fakültesi’nde okumuş ve Ferdinand Christian Baur (1792-1860) ve David Strauss (1808-1874) tarafından burada oluşturulmuş olan «Tübingen Ekolü»nün temsilcileri arasına katılmıştır. Bilhassa Strauss’un 1835-1836 yıllarında yayımlanmış olan Das Leben Jesu-Kritisch Bearbaitet (İsa’nın Yaşamı-Eleştirel bir Çalışma) ile başlayan İncil eleştirisi, on dokuzuncu yüzyılda tüm muhafazakâr ilâhiyatçıların oklarını üzerine çekmiştir.
Protestan İlahiyatında bir çığır açmış olan Strauss, kitabında İsa’ya atfedilen tüm mucizelerin gerçek dışı olduğunu belgeliyor, bunlar hakkında elimize ulaşan sağlam tek bir veri olmadığını gösteriyordu. Strauss, İsa hakkında söylenenleri «yalan» olarak nitelemektense, bunları «mitoloji» olarak vasıflıyordu. Mitolojinin, okuma yazma oranı çok düşük toplumlarda zamanla nasıl geliştiği hakkında söyledikleri, Strauss’un eserini ölümsüz yapmıştır. Strauss’un daha 27 yaşında kaleme aldığı bu mühim eser, dört baskı yapmış, Strauss her seferinde eseri gözden geçirmiş, üçüncü baskıda eleştirmenlerine bazı konularda hak vermiş, dördüncü baskıda ise, bu konularda bile eleştirmenlerinin aslında haksız olduklarını belgelemiştir.
Strauss’tan iki yüzyıl önce, Hollandalı Musevi asıllı (çünkü sonra dini terketmiştir) büyük filozof Baruh Spinoza (1632-1677) ile başlayan Kutsal Kitap eleştirisi, hem Tevrat’ın hem de İncil’in birer mitolojiden ibaret olduğunu belgelemiştir. Bu iki kitabın mitoloji olması insana normal geliyorsa da, tarihsel birer kişilik olduklarına hiç şüphe olmayan Petrus ve Paulus hakkında bildiklerimizin pek çoğunun da aynı şekilde uydurma olduğunun ortaya çıkması gerçekten inanmaya niyetli insanın neleri uydurabileceğini göstermesi bakımından çok ilginçtir. Bu mitos veya destanların en ilginci ve günümüzdeki etkisi en büyük olanı havari Aziz Petrus’un Roma psikoposluğu uydurmasıdır. Ben bu sonuncunun uydurma olduğunu Zeller’den öğrendim.
Aziz Petrus, İsa’nın 12 havarisinden biridir ve güya Hıristiyanlığı yaymakla görevlendirilmiştir. Zeller bir kere İsa’nın zamanında Hıristiyanlığın Musevilikten ayrı bir din olmadığını, İsa’nın Mesih olduğuna inanan herkesin otomatikman Mesihçi (Yunanca Hristos’tan: Hristos Mesih demektir) yani Hıristiyan olarak addedildiğini belirtiyor. Hıristiyanlığı Musevilikten ayrı bir din haline getiren bizim Tarsuslu Aziz Paulus’tur ve hatta bu yüzden Petrus’la kavga etmişlerdir (tabiî bu da Hıristiyan geleneğinde asla dile getirilmez).
Petrus hakkındaki tüm bilgilerimiz İncil’deki dört temel kitaba dayanır ve buna göre, Antakya’da bir kilise kuran Petrus, daha sonra Kuzey Anadolu’da gezgin vaizlik yapmış, buradan Roma’ya gitmiş ve orada büyücü Simeon’u devirerek yirmi beş sene psikoposluk yaptıktan sonra Neron tarafından başaşağı olarak çarmıha gerilmiştir. Katolik Kılisesi, Petrus’u ilk papa olarak kabul etmekte ve tüm kilise ve papalık geleneği buna dayanmaktadır.
İşte Tübingen Ekolü temsilcileri tüm bu hikâyenin bir masaldan ibaret olduğunu, balıkçı Petrus’un bırakın Roma’da psikopos olmayı, bu şehre hiç ayak bile basmadığını göstermişlerdir. Böylece tüm papalık kurumunun bir mitolojiye dayanan temelsiz bir müessese olduğu ortaya çıkmaktadır. Dünyada milyarlarca insanı kucaklayan bu inanç ve onun için bu insancıkların bağışladıkları paralar (unutmayalım: Vatikan dünyanın en zengin kurumudur) doğru olmadığı ispat edilmiş bir mitosun içine akmaktadır!
Bu kuşkusuz tüm dinlerde böyledir. Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları bölümünde Bayard Dodge kürsüsü profesörü büyük İranlı din bilgini Hüseyin Müderresi, John Wansbrough, Daniel A. Madigan gibi İlahiyaçı ve Arabistler Kuran’ın Müslümanlara genelde öğretilenden çok daha karmaşık bir geçmişi olduğunu ve içeriğinin, peygamberin kendi yakınlarına naklettiği surelerle aynı olmadığını belgelemeye başlamışlardır.
Biz de de ilahiyatçıların, papağan değil bilim insanları olmasını istiyorsak, bu tüm eleştirel çalışmaların yapılmasını teşvik ederek insanlarımızın inandığı dinin gerçek temellerini ortaya çıkartmalıyız. Bunun için başvurulacak yer dinin dogmalarını aynen kabul ettiği açık olan Diyanet İşleri değil, onları eleştirel bir bakışla inceleyecek olan üniversitelerdir.
(Cumhuriyet Bilim ve Teknik)