Marx bir yerde, “insanları kendileri hakkında söylediklerine değil yaptıklarından bakarak değerlendiririz” diyordu. Bu bağlamda, liberalizm karşımıza, yalnızca söyledikleriyle yaptıkları arasında değil, söylediklerinin bir yarısıyla öbür yarısı arasında inanılmaz çelişkiler sergileyen bir akım olarak çıkıyor. İkiyüzlülük söz konusu olduğunda kimse liberalizmin eline su dökemiyor!
Özgürlükler, ama liberalizme rağmen...
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.
Halbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, Financial Times yazarlarının bile övgüyle bahsettiği “Liberalizm: Bir Karşıt Tarih” başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyuyor(1): İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.
“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor.
Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.
İşçiler, çocuklar ve köleler
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Caroline eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-E.Y) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.
1770’lerde Adam Smith’in bir “gündelikçiler ve uşaklar sınıfından” söz etmeye başlaması, liberallerin, proletaryanın sefil yaşam koşullarını haklı çıkarmak için de “Yaratan”ın iradesine (takdiri ilahi), başvurduklarını gösteriyor. Saturday Review adlı popüler bir dergi 1864’te “Nasıl bir negro köle, Tanrı’nın hangi deri rengini kendisine verdiğini anımsaması gerekiyorsa, yoksul İngilizlerin ve çocukların da Tanrı’nın onları koyduğu yeri anımsamaları gerekiyor” diye yazıyordu. Jefferson Amerika’da yerlilerin kökünün kazınmasını isterken Locke da “yoksulların kiliseye gitmesinin zorunlu kılınmasının yararlı olacağını” savunuyordu.
Ama, bu ikiyüzlülükten başka bir başka gelenek daha var. Bunu da liberalizmin ötekileştiriciliğine, ayrımcılığına karşın evrenselliği savunan Jakoben hükümetin köleciliği kaldıran kararında, Fransız kolonisi Santa Domingo Adası’nda 1891’de patlak veren siyah kölelerin isyanında, Latin Amerika’da Bolivarcı hareketlerde görüyoruz.
Santa Domingo, köle isyanının lideri siyah Jakoben Toussaint L’Ouverture, eşitlik ve özgürlük kavramlarını “doğanın insanlara verdiği bir hak olarak” tanımlıyor, böylece maddi ve evrensel bir zemine oturtuyordu. Kendileri de birer köleci olan Amerikan liberal devrimcilerinin aksine Fransa’da devrimci Jakoben hükümet, Toussaint’in bağımsızlık, özgürlük isyanını destekledi. Toussaint’in, Napolyon ordularını yenen askeri dehasının bu süreci hızlandırdığını da söylemeden geçmemek gerekir.
Jakoben hükümeti yıkıldıktan sonra, Napolyon Toussaint’i güvenliği konusunda garanti vererek Fransa’ya davet etti, ancak yolda tutuklattırıp hapse attırdı, ölüme terk etti. Belli ki bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sınıf egemenliğini meşrulaştırmak, yoksulların başına gelenleri açıklamak için bugünlerde de sık sık “takdiri ilahiye” dayanmaya çalışmak gibi...
(1) Tim Black, Spiked, 25.11.2011; Ed Rooksby, New Left Project, 21.11.2011.
(Cumhuriyet)