Sekizinci eleştiri yazısı…
Kemal Kılıçdaroğlu seçimden birkaç gün sonra Halk TV’den Fikret Bila ile söyleşisinde, seçim sürecindeki adaletsizlikleri andıktan sonra şöyle bir ifade sarf etti: “Seçimi ahlaki meşruiyet açısından hukukçular da ilahiyatçılar da tartışmalıdır.” Eleştiri yazı dizisi içinde bu cümleyi özellikle ele almak istiyorum; çünkü hem muhalefete, hem Kılıçdaroğlu’nun siyasetine ve hem de ülkenin durumuna dair epey ipucu barındırdığı kanısındayım.
Kılıçdaroğlu’nun yenilgiyi yönetemediğini düşünüyorum. Yenilmek, kaybetmek, bunu idrak edebilmek ve gereğini-gerektiğinde yapabilmek kolay iş değil ve görünen o ki iyi bir sınav vermiyor, hiçbir açıdan. Çok daha muteber bir mağlup olabilecekken farklı bir yol seçti, sonu ‘hayırlara vesile olmayacak’ bir yol.
Kılıçdaroğlu’nun seçim dönemindeki haksızlık ve usulsüzlükleri ilahiyatçıların ve hukukçuların ilgisine havale edişi hem muhalif siyasetin, hem Kılıçdaroğlu siyasetinin bir yansıması. O siyasetin sorunlu taraflarından birini gösteriyor; siyasal alanda olup biteni hâlâ ve ısrarla hukuksal ve ahlaki çerçevede ele alma isteğini, bir başka söyleyişle, muhalefeti esir alan siyasetsizliği.
‘Hukukçular’a verdiği ödeve bakalım… Öncelikle, her konuda olduğu gibi ideolojiden, dünya görüşünden ve toplumsallığından bağımsız, hukukçu adı verilebilecek bir tür yok. Sağcı hukukçular, solcu hukukçular, sosyalist hukukçular, İslamcı hukukçular, ulusalcı- ülkücü hukukçular, Ally McBeal bürosu hukukçuları, umursamaz hukukçular, fırsatçı hukukçular, vicdan sahibi hukukçular, para ve şöhret seven hukukçular, danışman hukukçular, iyi ve kötü hukukçular, toplumcu ve bireyci hukukçular, zengin ve yoksul hukukçular, farklı kökenden hukukçular vs.
Her bir hukukçu tipinin, içinden hukuk geçen olaylara yaklaşımı farklı olur. Bu gerçeği, tek bir hukuk yorumu ve aynı tornadan çıkmış bir hukukçu var olmadığını kabul etmek, hiç olmazsa bundan böyle yaşanacaklara daha gerçekçi bakmayı sağlayabilir.
Henüz hafızamızdaki canlılığını koruyan bir örnek: hukukçuların büyük kısmı haklı olarak Erdoğan’ın ‘üçüncü kez aday olamayacağını’ dile getirdi, oysa iktidar hukukçuları aynı metne bakıp ‘aday olabileceği’ yönünde görüş bildirdi. Hatta dönemin TBMM başkanı, Erdoğan’ın aday olabileceğini söyleyen bir makale dahi yazdı. Demokrasilerde örneği olmasa gerek, yasama organının başındaki kişi, yürütme organının başındaki kişi lehine makale kaleme aldı.
Hukukçular içinde kamuoyunun işiteceği biçimde (basında ve sosyal medya hesaplarında) konuşup yazanlar ile konuşmayıp yazmayanlar ayrımı da mevcut. Hâlihazırda bir üniversitede çalışan hukuk öğretim üyesinin (özellikle devlet üniversitelerinde), baş ağrısı yaşamadan açıkça iktidar eleştirisi yapma olasılığı düşük. Bu yüzden sayıları az.
Kuşkusuz tek neden söz konusu güçlük değil, akademinin bir kurum olarak (tarihsel) uyaroğluculuğunu-işbirlikçiliğini ve özellikle hukuk fakültelerindeki katı hiyerarşiyi de hesaba katmak gerekir.
Ayrıca, diyelim bir hukukçu iktidar eleştirisi ya da yalnızca ‘doğru’yu söyleme ilkesi nedeniyle idareyle sorun yaşadığında, ne olur dersiniz? Kim destekler, muhalefet o akademisyenin söz özgürlüğü için ne yapar, örneğin Kılıçdaroğlu’nun ya da herhangi bir siyasetçinin bir destek cümlesinin hükmü nedir? Bu partiler, misal, onca KHK’li akademisyen için yedi yıldır ne yaptılar, EYT’liler için harcadıkları enerjinin binde birini memleketin akademisyenine bahşettiler mi?
Hukukçuları hukuki-ahlaki bir sorgulamaya davet ederken, bunları da hesaba katmakta yarar var. Akademinin, ‘A a, kim atıldı, ne zaman oldu bu!’ tutumu, ayrı bir eleştiri yazısının konusu olacak.
Peki, bir avuç insan seçim sürecindeki hukuk dışılıklara tepki gösterdiğinde hangi yanıtı aldı? Ocak ayında Kılıçdaroğlu, “Erdoğan aday olamaz” diyerek üsteleyenlere çıkıştı ve şöyle dedi: “Sanki biz başvursak YSK gelecek, hukuka uygun, anayasaya uygun karar verecek. Yargıya, Yüksek Seçim Kurulu’na güvenmiyoruz; bu kadar açık.” Bu durumda hukukçular ne yapsın, öneriniz?
‘Siyaset yapma şekli’ derken söylemek istediğim bu, herhangi bir hukuk dışılıkla ve anayasaya aykırılıkla tek mücadele yolu olarak ‘mahkeme’yi görmek. Örneğin Meclis’ten çekilmek, örneğin hiç olmazsa komisyonlardan çekilmek, örneğin iktidar uygulamalarının meşruiyetinin sorgulanacağı başkaca yaratıcı yollar bulmak…
Adalet Yürüyüşü böyle bir eylem değil miydi, iktidarın ezberini bozmadı mı? Ancak ne yazık ki muhalefetin ezberini de bozdu, bu yüzden hızla unutturmaya çalıştılar!
“Demokrat Parti’nin 1947’deki Hürriyet Misakını örnek alıp sine-i millete dönmek, hiç olmazsa bunu gündeme getirmek de bir yol…” diyenler saçmalamakla itham edilirken muhalefetin bir parti-devlet rejimine mecliste ‘soru önergesi’ vermesi son derece makul karşılanıyor. Çünkü onlar milletvekili ve durumlarından memnun; örneğin, CHP sözcüsü Öztrak gibi birinin muhalefete heyecan verecek, aykırı bir iş-eylem yapabileceğini ve herhangi bir makamdan çekileceğini hayal edebilir misiniz?
Adaylık konusunu 2018’de yazdım, gündeme gelmesi dört küsur yıl aldı, oysa ilk günden itibaren tartışılmalıydı, diğer tüm aykırılıklar gibi. Örneğin Demirel olsa, dört küsur yıl boyunca diline dolar, kendi üslubunca “Aday olamayacak biri nasıl aday olacakmış, anayasayı kuşlar mı yemiş?” deyiverirdi.
Uygulanacak seçim yasası, istifa etmeyen bakanlar vs. Hukukçular bu konuları yazıp çizdi, başka ne yapabilirler? Sorun, siyasetçilerin ne yaptığı, neyi ne kadar umursadığı.
Bir seçim yapıldı, akla hayale gelemeyecek aykırılıklara tanık olundu, muhalefet gereğini yapmak yerine mızmızlanmakla yetindi, çünkü ‘her şeye rağmen’ kazanacaklarından eminlerdi. ‘Çıksın karşımıza’ külhanbeyliğinin cazibesine kapıldılar ve kaybettiler.
Hukukçuların yapacağı ve tartışacağı pek bir şey yok burada, söz konusu aykırılıklar ders kitaplarında örnek olay kategorisinde yer alır, hepsi bu.
Kılıçdaroğlu ikinci ödevi ilahiyatçılara verdi… Kılıçdaroğlu siyasetinin olağan bir diğer sonucu.
CHP’nin toplumla kurduğu ilişkinin dönüşmesi ve özellikle muhafazakâr kesimle bağ kurmasının gerekli olduğunu düşünenlerdenim. Kılıçdaroğlu’nun çabasını ve aldığı yolu azımsamanın âlemi yok. Ancak ilişki kurma, hemhal olma gerekliliği ile dindar kadar dindar, milliyetçi kadar milliyetçi olma-görünme hevesi arasındaki sınır geçileli çok oldu. Seçimdeki iftiraların, montaj görüntülerin ve ayrımcı dilin ilahiyatçılara havale edilmesi bu durumun sonuçlarından biri.
İlahiyatçılar AKP devrinde altın çağını yaşıyor. Fakülte ve öğretim üyesi sayısı hukuk fakültelerini aşmış durumda ve parti-devlet rejiminin gereksinim duyduğu insan kaynağının membaı konumunda. Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in ‘İlahiyat Nereye Gidiyor?’ başlıklı makalesini bir kez daha öneriyorum; hoca gayet güzel anlatıyor durumu ve nahoş ihtimalleri.
Hal böyleyken, hepi topu ‘sağdan say 10 kişi soldan say 10 kişi’ olup biten rezaletleri gündeme getiriyor ve yüksek sesle tepki gösteriyorken, farklı ses çıkaran ilahiyatçılar türlü zorluklar yaşar ve hatta ülkeyi terk etmek (Mustafa Öztürk) zorunda kalırken, çoğu yıllar boyu her türlü adaletsizliği bir güzel hazmetmiş ve iktidar nimetleri karşısında büyülenmişken… hâlâ ilahiyatçılardan iktidarın tutumuna ilişkin bir sorgulama beklemek, olsa olsa cümlemizin aklıyla dalga geçmek anlamına gelir.
Ezcümle, ilahiyatçıların keyfi yerinde, hukukçular çaresiz… Biri için sorgulamak çıkarına aykırı, diğeri için sonuçsuz gevezelik.
Kılıçdaroğlu’nun söz konusu anlamsız çağrısı muhtemelen çaresizlikten kaynaklanıyor. İnatla sürdürdüğü bir tarz-ı siyasetin beklenebilir sonucu olup giderek çoğalacak bir çaresizlik hissinden.
Fransa’da yaşananlara ilişkin bir video haber: Medyascope’ta yayınlanan ve Fransa’yı bilen, farklı açılardan bakan üç konuğun yer aldığı programı vakti olanlara öneririm. Hem bazı nüansları görmeyi sağlıyor, hem de medeni tartışma ihtiyacını gideriyor.