Dürüst, çalışkan, titiz, saygın kişiliğiyle mesleğimizin yüz aklarından biri olan Saygı Öztürk bu niteliklerine karşın, politikacı Süleyman Soylu’nun namus celladı, namussuz gibi, kimsenin onaylamayacağı sözlerle saldırmasına maruz kalmaktan kurtulamadı.
Olay, Saygı Öztürk’ün, Trabzon milletvekili Bahar Ayvazoğlu’nun, işçi statüsüyle belediyede çalışmakta olan kocası Ali Ayvazoğlu’nun önce Trabzon İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne getirilmesi, ardından da Ankara İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne atanmasını haberleştirmesi üzerine patlak verdi. Saygı Öztürk, AKP Kadın Kolları Başkanı ve Trabzon Milletvekili Bahar Hanım’ın zevcinin Trabzon’da herkesin dilinde olan bu görülmemiş baş döndürücü yükselişini haber yapınca Süleyman Soylu tarafından namus düşmanı ilan edildi, namussuz olarak nitelendi ve herkes tarafından boykot edilmesi istendi.
Soylu’nun davranışı, herhangi bir yolsuzluk, usulsüzlük veya saldırı yaptıktan sonra hemen kutsal kalkanının ardına sığınan dinci sağın klasik taktiğidir. Yadırgamadım. Bu tavrı kınamakla yetiniyorum. Ama gazetecinin namusu kavramının biraz üstünde durmak gerekir sanıyorum.
***
Halkın, ne olup bittiğini öğrenme, başka bir deyişle haber alma özgürlüğünün aracı olan gazetecinin namusu her şeyden soyut olarak oluşmaz. Gazetecilik namusunu destekleyip, besleyecek bilinç, yürek, gerçek tutkusu, görev duygusu, aydın sorumluluğu ve çelik irade gereklidir.
Meslek yaşamım boyunca bunların canlı örneklerine rastladım. Yürekliliği, 12 Mart döneminde, bir sıkıyönetim askeri mahkemesinde, İlhan Selçuk’un “Tanzimat kafası” yazısını yayımladığı için mahkûmiyeti istenen o zamanki Cumhuriyet Yazıişleri Müdürü (sonra Genel Yayın Müdürü) Oktay Kurtböke’den öğrendim.
Kurtböke, savunmasında İlhan Selçuk’un yazısında gerçekleri dile getirdiğini söyledikten sonra ekledi:
- Neymiş İlhan Selçuk’un suçu? Doğruları söylemek, bu yazı da doğruları söylüyor, bin kere önüme gelse bin kere yayımlarım.
Tabii sonra da mahkeme salonundan doğru askeri hapishanenin yolunu tuttu.
***
Gazetecinin yürekliliği davranışlarının sonucunda meydana gelecekleri görmemek olarak anlaşılmamalıdır. Gazeteci, bu davranışının başına iç açacağını bilir, hapse düşmekten korkar ama yine de doğru bildiğini yazar.
Bunun canlı örneği Oktay Akbal’dır. Oktay Akbal, 12 Eylül döneminde, hapse düşmekten çekiniyordu. Ama gazeteden de çoğu kişinin, “ayağını denk al! Dikkatli yaz, seni de atacaklar içeri!” diye uyardığı halde o 12 Eylül Anayasası için hayır oyu vereceğini yazdı. Sonra da girip içeride yattı.
“Bilmiyordum, nasıl bilebilirdim ki” mazeretini kabul etmeyen, gerçeği öğrenmek mecburiyetinin canlı örneğini de Melih Cevdet Anday’da gördüm.
1980’li yılların ikinci yarısıydı. Bir kısım aydın, 1937’de Sovyetler Birliği’nde Stalin mahkemelerinde yargılanan ve çoğu idama mahkûm edilen aydınların, devrimcilerin itibarlarının iadesi için imza kampanyası açmışlardı.
Melih Bey istenen imzayı vermedi ve gerekçe olarak da şunu söyledi:
- Ben o zaman, o yargılamaları
desteklemiştim.
- Ama o zaman gerçek koşullarını bilemezdiniz ki, diyenlere yanıtı şu oldu:
- Bilemezdin diye bir mazeret yok. Bilmeliydim, bilmek zorundaydım.
Çelik iradenin canlı örneği ise şu anda hapisteki hücresinde dahi özgürlüğünü, demir parmaklıkları aşan ve bizi aydınlatan yazılarıyla koruyan Barış Terkoğlu olarak duruyor karşımızda.
Gazetecinin ve aydının namusu ile ilgili yaşayarak gördüğüm daha çok olay anlatabilirim. Bizim cenahta bunların örnekleri çok. Ama Süleyman Soylu namussuz gazeteci arıyorsa, onu boş yere bu yakada aramasın. Onlar için tek adam sultasına alkış tutanların saflarına baksın! Orada onlardan çok var.
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ali-sirmen/gazetecinin-namusu-1746821