Seçim ihtimali giderek kuvvetlenmeye başladı. İlk  başta Meclis içinde 330 milletvekili bulunacak ve referandumla  başkanlık rejimi oylanacak. Bu gerçekleşmezse, yeniden bir erken seçim  yapılması hiç olmayacak iş değil. Haziran seçiminden evvel Erdoğan’ın  dile getirdiği 400 milletvekili hayali zorlanabilir. HDP yöneticileri  hakkında açılan soruşturmalar, iktidar kanadından gelen “ihanet” suçlamaları  bu erken seçime zayıflatılmış ya da kapatılmış bir HDP’yle girme  planının en azından çekici bir fikir olarak belirdiğini gösteriyor. 
Erdoğan, zorlayarak arzu ettiklerine ulaşmaya alıştı. Bu yöntem, şimdilik ne zaman denerse netice de verdi. 
Daha düne kadar Dolmabahçe’de beraber mutabakat metinleri okunan HDP, çoktan “cüzamlı” ilan edildi. 
MHP, seçim mağlubiyetinin getirdiği bir iç tartışma sebebiyle etkisiz. 
CHP  ise sıkıştığı yüzde 25’lik oranı ne şekilde arttıracağının yollarını  arıyor. Bu arayışın henüz net bir cevabı yok. Bu kargaşada rasyonel ve  birleştirici bir siyaset yapma imkânına sahip. Bunun bazı emareleri de  var fakat içine düştüğümüz bu toz duman içinde bu emareler yeterli  olmaktan çok uzak. 
AKP, kargaşadan ürken  seçmenin oyunu istikrar söylemiyle tutmaya çalışacak. Fena hasar almış  MHP’den ise milliyetçi oyları kendine akıtmaya devam edecek. 
Herhalde 12 Eylül’ü gerçekleştiren “devlet aklı”  kendiyle ne kadar övünse azdır. Komünizmle mücadele için  destekledikleri Türk-İslam sentezi, siyasal İslamcılığın  yaygınlaşmasının da etkisiyle AKP’de somutlaştı. AKP, sarsılmaz bir sağ  bloku kendi bünyesinde topladı. 
Seçim  hesaplarıyla AKP daha da milliyetçileşecek. İstikrar adı altında rejim  daha da otoriterleşecek. Bu İslamcı otoriter milliyetçi rejim ise  başkanlıkla taçlandırılmaya çalışılacak. 
İktidarın bekası için oyuncağa çevrilmiş “çözüm süreci” bitmiş,  memleketin bir kısmı yangın yerine dönmüş, tedavi edilememiş 90’lar  travmasının açık yarası daha derin bir travmayla deşilmekteymiş, ortak  vatandaşlığın psikolojik temelleri torpillenmekteymiş vs. Bunlar mühim  değil. Söz konusu iktidarsa gerisi teferruattır. 
Bir  zamanlar girileceği iddia edilen Avrupa Birliği’nin demokratik  standartları Avrupa Birliği dahil kimsenin umurunda değil. Kıstas  Ortadoğu. İktidar, Irak ve Suriye’ye göre daha iyi durumda olmaya çoktan  razı. AB ise gereksiz bir yük gibi gördüğü Türkiye adaylığı  meselesinden büyük oranda kurtulmuş durumda. Türkiye, mülteci kampı  işlevi görecek bir imtiyazlı ortak olarak AB için daha işlevsel. Devlet  refleksi de “son karakol” olmaya hem alışık hem de bundan gizli bir  gurur duyuyor. Yakışır. 
Yani  demokratikleşme için iç dinamikler kadar dış dinamikler de yetersiz.  İktidar, Türkiye’nin ligini seçti. Batı’nın özellikle sağcı karar  alıcılarını da pek memnun etti. Neticede, zamanında Fransa’nın faşizan  partisi Ulusal Cephe’nin başkanı Le Pen ile Erbakan’ı beraber Altınoluk’ta tatil yapacak kadar yakınlaştıran ortak bir paydaları var. 
Din  ve milliyetçilikle ilgili her konu sonuna kadar kullanılacak. ODTÜ  tartışmasına iktidarın böyle hevesle atlaması tesadüf değil. ODTÜ’nün  değerli arazileri var, ağızları sulandırır. ODTÜ’nün internet  yetkilerinin alınması, kurulmakta olan başkanlık rejiminde internet  üzerinde tam bir denetim sağlanmasına yarar. ODTÜ’yü tuzu kuru, elitist  bir kurum olarak resmetmek ise anti-entelektüalizm söylemi için iyi bir  fırsat. Popülist bir aşırı sağ hareket olan AKP’nin sonuna kadar  sömüreceği bir fırsat bu. Hem de işin içinde din meselesi de var. 
İşte bu sebeple, Erdoğan ODTÜ için “Cumhurbaşkanlığı olarak bunun takipçisi olacağız” diyor. 
Evinde öldürülen Dilek Doğan’ın, Silopi’de cenazesi günlerce sokakta kalan Taybet İnan’ın,  başından vurulan üç aylık bebeğin, onun öldürülen 80 yaşındaki  dedesinin ya da tutuklanan gazetecilerin takipçisi olacak değildi ya.