Geçtiğimiz pazar, Berkin Elvan’ın annesinin Berkin’siz ilk Anneler Günü'ydü. Başbakan ise partisinin Afyon’daki kampında yaptığı konuşmada, “günün anlamına uygun” bir şekilde, 15 yaşındaki bir çocuğun ölümünü hiç hicap duymaksızın bir kez daha diline dolayarak şöyle diyordu:
“(Feyzioğlu) ölümler üzerinden istismar yapıyor. Yatıyor kalkıyor Berkin Elvan… Yüzünde maskesi, elinde sapan. Ama medya ‘Ekmek almaya giderken’ diyor. Ekmek almaya maskeyle mi gidiyorsun?”
Aslında şaşırtıcı değildi bu açıklama. Çünkü Başbakan, daha önce de Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmıştı seçim meydanlarında.
Dahası, Roboski Katliamı için de “yatıyorlar kalkıyorlar Uludere diyorlar” diyebilmiş ve “her kürtaj bir Uludere’dir” diye de ekleyebilmişti.
Aynı gün, iktidar unutturmaya çalışsa da, Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısının, Reyhanlı Katliamının birinci yıl dönümüydü. Suriye’ye yönelik emperyal fanteziler ve yeni-Osmanlı hevesleri, bundan bir sene önce bumerang olarak Türkiye’ye dönmüş ve onlarca yurttaşımızın canını almıştı.
Ertesi gün, yani pazartesi günü, Haziran Direnişi sırasında sokak ortasında polis-esnaf işbirliğiyle dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın duruşması vardı.
Cesaretleri önünde saygıyla eğildiğimiz tanıklar, Ali İsmail’in nasıl öldürüldüğünü açık seçik bir şekilde anlattılar, katilleri teşhis ettiler.
Ali İsmail’in annesi ve babası, bir işkence misali, sanıkların şaka gibi savunmalarını izledi. Örneğin, sanık avukatlarından biri, “milli iradeye kastedenler bile serbest bırakılıyor” deyip tutukluluğa itiraz edebildi. Duruşmanın nihayetinde, tanık ifadelerine rağmen yeni tutuklama çıkmadı.
Salı günü ise Soma’dan o korkunç haber geldi. Bu yazı yazılırken ölü sayısı 200'ü geçmişti ve daha da artacağı kesindi. Hızlandırılmış tren, Roboski, Reyhanlı, Haziran derken Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamına imza atıldı.
Soma’da bir kaza yaşanmadı, Soma’da bir cinayet işlendi.
Soma’da yüzlerce işçiyi özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesiz çalıştırma öldürdü.
Soma’da yüzlerce işçiyi devletin piyasacı aklıyla patronların kâr tutkusu el ele vererek katletti.
Soma’da cinayeti, işçiye sendikayı değil camiyi, isyanı değil tevekkülü, hak aramayı değil duayı telkin eden din bezirgânları işledi.
Aynı din bezirgânları, dibine kadar politik olan bu katliam için “ölümleri siyasete alet etmeyin” diyebildi, “kader” açıklamasını yaptı, “dua etmekten başka elden ne gelir” cümlesini kurabildi.
Şunu bilelim artık: Bu ülke bir ölüm coğrafyasına dönüşmüş durumda çoktan.
Devletin yurttaşları, sermayenin işçileri, erkeklerin kadınları gözünü kırpmadan öldürdüğü ve hesap vermediği, dahası bu ölümleri meşrulaştırmaya hazır sürüleşmiş kitlelerin hazır olduğu bir coğrafya burası.
Yurttaş tabutlarına, işçi tabutlarına, kadın tabutlarına muhafazakârlık adlı o kapkara örtünün örtülmek istendiği, muhafazakârlığın o ikiyüzlü, sahte, pespaye ahlak anlayışının toplumun üzerine karabasan gibi çöktüğü bir coğrafya.
Artık siyasetin sıfır noktasındayız. O noktanın adı hayatı savunmak. Karşımızda ölümden beslenen, ölümle var olan, yurttaş kanıyla, işçi kanıyla, kadın kanıyla yaşayan gerici, karanlık bir düzen var.
Ya bu ölüm siyasetine karşı hayatı savunacağız, hayatı savunarak direneceğiz ya da bu ölüm coğrafyasında, bu devasa mezarlıkta hepimiz birer yaşayan ölüye dönüşeceğiz.