“Davalar dönemi“ olarak adlandırdığımız dönemin en büyük özelliklerinden biri kendi figürlerini de yaratıyor olması. Eski rejimin tasfiyesi, yeni rejimin inşası ve muhalif odakların sindirilmesi için yürürlüğe konulan KCK, Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh gibi davaların hemen hepsi gizli tanıkların vermiş oldukları ifadeler üzerine kurulmuş olduğundan, “gizli tanık”ı davalar döneminin en önemli figürlerinden biri olarak görmemizde bir sakınca bulunmuyor.
Bu “gizli tanık”lardan birinin kimliği geçtiğimiz günlerde yapılan Ergenekon duruşmalarından birinde ifşa edildi; daha doğrusu sanık kendi kimliğini kendisi açıkladı ve böylelikle gizli tanıklıktan tanık statüsüne geçmiş oldu. Üstelik kamuoyunun gayet yakından tanıdığı bir isimdi bu; geçmişte PKK’nın önemli adamlarından biri olmuş, daha sonra ise teslim olmayı seçmiş Şemdin Sakık’tı.
Şemdin Sakık’ın kimliğini açıklaması, kendi kişisel tercihi miydi, yoksa Sakık geçmişte olduğu gibi bugün de devlet içerisindeki güç odakları tarafından kullanılmakta mıydı? Bu soruya kesin bir yanıt verebilecek durumda değiliz elbette, her ikisi de mümkün. Fakat Sakık’ın kimliğinin ifşasının politik açıdan nasıl bir anlam taşıdığına baktığımızda, ortada tesadüf olarak değerlendirilebilecek bir durumun bulunmadığını, bulunsa bile bunun “güzel bir tesadüf” olduğunu söyleyebiliyoruz. Açıklamaya çalışalım.
Bu köşede, bir süredir Türkiye’de AKP iktidarının damgasını vurduğu bir on yılın geride kaldığını ve Türkiye’nin yeni bir on yıla girdiğini iddia ediyoruz. Bu yeni açılmakta olan dönemin iki muhalif unsurunu ise –şimdilik- cumhuriyetçi/kemalist kitleler ile Kürt hareketi olarak tespit ediyoruz. Yüz binlerce kişinin katıldığı 29 Ekim Ulus eylemi ve 10 Kasım’daki Anıtkabir anması cumhuriyetçi muhalefeti sembolize eden olaylar olarak karşımıza çıkıyorlar. Cezaevlerindeki açlık grevi eylemleri ve onlara dışarıda verilen destek ise Kürt dinamiğini sembolize ediyor. Bu iki muhalif unsurun Türkiye’nin yeni on yılına damgasını vuracağını görebiliyoruz.
İşte bize “Sakık’ın kimliğinin ifşası bir tesadüf değil, öyleyse bile ‘güzel’ bir tesadüf” dedirten şey, yeni on yıl tespitimizle ilgili. Şemdin Sakık’ın kimliğinin ifşasıyla, daha önce defalarca dile getirilmiş, hatta üzerine cemaatin Samanyolu televizyonunda dizi bile çekilmiş bir iddia, yani PKK’nın Ergenekon tarafından yönetildiği ve yönlendirildiği iddiası bir kez daha tedavüle sokulmuş oldu. Üstelik bu kez kim olduğu belirsiz bir gizli tanık aracılığıyla değil, geçmişte PKK içerisinde önemli görevlerde bulunmuş bir ismin tanıklığıyla. Yani çok daha güçlendirilmiş bir şekilde ve çok daha inandırıcı olacağı düşünülerek.
Ergenekon’la PKK arasındaki ilişkinin, Doğu Perinçek’in ve Yalçın Küçük’ün 90’lı yıllardaki Bekaa Vadisi ziyaretlerinin ve Öcalan’la görüşmelerinin hatırlatılarak bugün bir kez daha gündeme getirilmesinin sırrı iki muhalif unsura, Kemalistlere ve Kürtlere karşı sürdürülen psikolojik savaşta saklı.
Bir zamanlar, Ergenekon sürecinin meşruiyetini sağlamak ve derin devletle hesaplaşıldığı iddiasını temellendirmek için kullanılan “PKK’yı Ergenekon yönetiyor” argümanı, bu sefer ise tam da yeni bir politik “atılım” içerisine girmiş olan Kemalizm’i/ulusalcılığı itibarsızlaştırmak için kullanılıyor. Daha da somutlaştıralım, 29 Ekim günü Ulus’ta toplanan kitleye, “sizi bu meydana toplayan TGB’nin lider olarak kabul ettiği isim, bir zamanlar Öcalan’la ittifak yapmıştı ve tam da bu nedenle cezaevinde” mesajı veriliyor. Birinci boyut bu.
Sakık’ın kimliğinin ifşasının diğer bir boyutunda ise Kürt hareketi bulunuyor. PKK’nın Ergenekon, yani derin devlet tarafından kullanılıyor oluşu teziyle milliyetçi-muhafazakar taban, açlık grevleri sürecinde, bir kez daha konsolide ediliyor ve açlık grevlerinin de bir şov, derin güçlerin bir komplosu, AKP’ye, demokrasiye ve devlete karşı kurulmuş bir tezgah olarak algılanması amaçlanıyor.
Bu ikisinin dışında bir de üçüncü boyutun olduğunu düşünebiliriz: Farklı yataklarda akmakta olan iki muhalif akımın herhangi bir şekilde bir diyaloga, bir dirsek temasına, bir müttefiklik ilişkisine girmesinin önünü daha baştan kesmek ve böylelikle her ikisini de daha kolayca etkisizleştirme şansına kavuşmak. Ulusalcı cenahın, Sakık’ın tanıklığından “Silivri yargılamaları AKP’yle Kürt hareketinin ortak bir komplosudur” sonucunu çıkarması ve bu şekilde sunması bu iki akım arasındaki mevcut temassızlık halinin bilinçli bir tercih olduğunu zaten gösteriyor ama yine de “ne olur ne olmaz” denip bir taşla üç kuşu birden vurmak amaçlanmış olmalı.
Peki Sakık’ı kim konuşturuyor? “Devlet” olduğuna şüphe yok ama devletin hangi kanadı? Bu sorunun yanıtını Sakık’ın bir süre önce yaptığı başka açıklamalara bakarak vermek mümkün görünüyor. Sakık bir süre önce Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel gibi isimlerin PKK’yla ilişkili olduklarına dair açıklamalarda bulundu ve Akit gazetesi bu isimlere karşı yoğun bir kampanya başlattı. “İkinci andıç vakası” da denilen (ilki 28 Şubat sürecinde yaşanmıştı) bu açıklamaların hedefindeki isimler Kürt sorunu bağlamında “müzakereciler” olarak adlandırılan kanada, yani Erdoğan-Atalay-MİT kanadına yakın duruyorlardı.
Müzakerecilerin karşısında ise “güvenlikçiler” vardı; yani KCK operasyonlarının gerisindeki güç, yani Emniyet içerisindeki cemaat örgütlenmesi. Bir ara Cengiz Çandar’ı bile KCK operasyonlarına dâhil etmeyi düşünen bu güç 7 Şubat’ta Hakan Fidan’a yönelik bir operasyona girişmiş, sonuç ise AKP’nin İstanbul yargısı ve emniyetinde ciddi bir tasfiye planını yürürlüğe koyması olmuştu. Sakık’ın ifadeleri üzerinden Çandar ve Bayramoğlu’nun hedef tahtasına yerleştirilmesi, 7 Şubat’la kristalize olan ve MİT’le Emniyet şahsında somutlaşan AKP-cemaat mücadelesinin bir parçası ve devamıydı.
Sakık’ı “ikinci andıç vakası”nda konuşturan gücün, ona kimliğini açıklattığını da düşünebiliriz. Cemaatin 2000’lerin başından beri esas tehdit algısını ulusalcılığın oluşturduğu, KCK operasyonlarını düzenleyen esas gücün kim olduğu ve Perinçek-Küçük-Öcalan fotoğraflarının kimler tarafından servis edildiği akla getirildiğinde, hem ulusalcıları hem de Kürt hareketini hedefe koyan, onları bir kez daha ortak düşman kategorisine yerleştiren böylesi bir hamlenin gerisinde cemaatin bulunduğunu söylemek hiç de anlamsız olmayacaktır.
Peki iktidarın ortak düşman kategorisine yerleştirdiği Kemalistlerin ve Kürt hareketinin gerçekten de günün birinde söylemsel ya da politik ortaklıklarda buluşma imkanı var mıdır? Bu sorunun yanıtını başka bir yazıda tartışacağız.
(SolHaber)