Hepimiz mahpusus

~ 23.09.2012, İzzettin ÖNDER ~

Bir vücut nasıl bir bütünse, bir toplum da öyle bir bütündür. Bir vücutta nasıl bir organ aksadığında tüm vücut rahatsız oluyorsa, bir toplumda da toplumun bir kısmı yara aldığında tüm toplum rahatsız olur, tökezleyebilir. Ceza sisteminin mantığında böyle bir biyo-sosyolojik felsefi görüş hâkimdir. Bu doğrultuda ceza sisteminde hâkim ilke, toplumu rahatsız eden marazi dokunun toplumdan uzaklaştırılarak, hem tutukluya toplumu daha fazla rahatsız etmeden ıslah olma yolunu açmak hem de toplumun daha fazla yaralanmamasını sağlamaktır. Çağdaş devletlerde idam cezasının kalkmasının temelinde de bu görüş vardır; suçluya hiçbir olanak tanımadan yaşamını sonlandırmak gibi bir devlet mantığı olamaz.


    İsmail Beşikçi, Büşra Ersanlı, Onur Hamzaoğlu, şimdi de Müge Tuzcuoğlu topluma verdikleri zarar için değil, fakat yaptıkları katkı nedeniyle hesap verme durumuna getirilmiş akademisyenlerdir. Ne yaptı bu akademisyenler? Toplumun bazı sorunlarına parmak bastı, onları gün yüzüne çıkardı ve topluma, özellikle de siyasilere gerçekleri göstermeye gayret ettiler. Çünkü bu bilim insanları inandılar ki, bir toplumsal sorununun çözümü, birbirine bağlı olarak, önce sorunun anlaşılmasına, doğru tanı konulmasına ve doğru politikalar üretilip uygulanmasına bağlıdır. Bu süreç işlemediği ya da aksadığında toplum kendi balçığında debelenirken, duruma hâkim olduğunu sanan gafil siyasetçileri de tarihin çukuruna gömer.


    Ulusların tarihinde öyle dönemler vardır ki, parmaklığın hangi tarafının özgürlük olduğu tartışmalıdır. Padişahın çıplak olduğunu söyleyenler kralın aveneleri tarafından derdest edilirken, buna sessiz kalanlar kadar aveneler de vicdanlarını satmış, beyinlerini köreltmiş örtülü mahpuslardır. Siyasal erkin “örtülü operasyon” manevrasını yargı erki “olağan dava” olarak algılarsa adalet yok olur, toplum derin yara alır. Yararlı uzuvları kopartılmış toplumun sessizliği ise, patlayarak aydınlığa çıkışın habercisi değil ise, kitlesel mahpusluktan başka bir şey ifade etmez. Burası sözün bittiği yerdir; mahpusla özgürün karıştırıldığı yerdir! Böyle bir yolda ilerleyen toplumun zillet çukuruna gömülmesi kaçınılmaz kaderdir.


    Bilim insanı ile siyasetçinin farkı; bilim insanı eylemlerinde oy kaygısı taşımadan ve çıkar gütmeden tüm toplumun yararını gözetirken, siyasetçi, ideolojik aygıtlarla toplumun büyük kesimine sempatik gözüküp, aslında başat kesimlerin çıkarını güder. Bu nedenle, toplumcu bilim insanı daima siyasetçinin hışmını çeker. Bilim insanı ile bürokratın arasındaki fark ise, bilim insanı başat siyasetten bağımsız olarak sistemi analiz ederken, bürokrat sistemin ideolojisini yansıtan yasaları ve ruhunu sadakatle uygular. Bilim insanı topluma ayna tutup, ışık saçarken, siyasetçi ve onların bürokratları ışıkları olabildiğince karartarak güçlü yandaşların çıkarlarının izlendiğinin alenileşmesini perdelemeye çalışır.


    Yasalar yapılış merci ve usullerden çok, hukuka uygunluklarıyla meşruiyet kazanır. Hukukun görece evrensel olmasına karşın, yasa sistemiktir, gücün aracı ve kalkanıdır. Yasa ile hukukun çatıştığı alanda tipik bir bürokrat olmayan, olmaması gereken yargıç devreye girer. Siyasetçi ve klasik bürokrat ne denli birbirine bağlı olarak başat kesimlerin yanında ise, yargı sistemi de o denli siyasal erkten uzak, bilimin, hukukun, hakkın ve toplumsal çıkarın yanındadır, yanında olması gerekir. İnancımız o yöndedir ki; bağımsız yargıçlar, ellerindeki teraziyi gücün çıkarı karşısında hakkın ve adaletin bağımsızlığı lehine kullanırlar. Yine inancımız o yöndedir ki; yargı erki, siyasetten bağımsız olarak, tüm diğer bilim insanlarının davaları yanında, Müge Tuzcuoğlu davasını da, bilimsel bir çabanın bilim aydınlığından ürkenlerin baskılamaya çalıştığı bir güç gösterisi olduğu bilinci ile bir şahsi dava olarak değil, onun çok ötesinde evrensel hukuk alanında görülen toplumsal hak davası olarak görüp, toplumsal çıkar adına bilimsel özgürlüğün yanında yer alarak sonuçlandıracaktır.

(Yurt Gazetesi)

İzzettin ÖNDER | Tüm Yazıları
Hits: 1504