Mutlak iktidar mutlaka bozar

~ 31.07.2012, Mehmet Y. YILMAZ ~

TEK parti dönemi ile ilgili olarak en çok anlatılan konulardan biri de devlet memurlarının ve parti yöneticilerinin vatandaşa kötü muamelesiydi.
 

Başbakan da zaten sık sık bunu dile getiriyor. Tek parti döneminin kötülüklerinden dem vuruyor, mağrur ve mutlak iktidar sahiplerinin o dönemdeki davranışlarını eleştiriyor.

Lord Acton’un vaktiyle dediği bir durumun şimdi AKP’nin mutlak iktidarı döneminde bir kez daha doğrulandığına tanık oluyoruz: “Mutlak iktidar mutlaka bozar!”

Geçenlerde Yunak’ın AKP’li belediye başkanı bir esnafı vatandaşların gözünün önünde, dükkânında tokatladı.

Bir AKP milletvekilinin oğlu ve partinin gençlik kolları yöneticisi, karakolda polisleri sıraya dizdi.

Bakanların vatandaşları azarlaması sıradan bir olay!

Belli ki kontrol edilmesi güç bir iktidarın verdiği kibir duygusu almış başını gidiyor.

Ve bu güç tutkusu o hale gelmiş ki artık sınır da tanımıyor, yurtdışında da devam ediyor. Başbakan geçen gün Londra’daki maçtan sonra kız basketbol takımının soyunma odasına girmek isteyince, İngiliz görevliler tarafından durdurulmuş. Gazeteler Başbakan’ın İngiliz görevlileri azarladığını yazıyordu.

Normal olarak bu tür spor karşılaşmalarında aklına her esen soyunma odasına girmesin diye akreditasyon uygulanır. Soyunma odasına girebilecek olanlara boyunlarına takacakları kartlar verilir, görevlilerin de işi bu karta sahip olmayanları engellemektir. İşini yapan birisini azarlamak, yönetici konumundaki kişilere yakışmaz.

Böyle bir ziyaret yapılmak isteniyorsa, önceden bilgi verilirdi, gerekli geçiş kartları sağlanırdı ve hiç sorun çıkmazdı.

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama Başbakan’ın ve bakanların birçok dış gezisinde korumaları ile yerel görevliler arasında tartışmalar çıkıyor, itiş-kakış yaşanıyor.

Bütün bir dünyanın bizimkilere karşı olduğunu varsayamayacağımıza göre sorunu aramamız gereken yer bizim alışkanlıklarımız olmalı: “Küçük dağları ben yarattım” efelenmesinin bir tezahürüdür bu!

Babacan’a ambargonun nedeni bu mu?

SON günlerin gözde tartışma konularından biri de Türkiye’nin “orta gelir tuzağına” düşüp düşmeyeceği meselesi.

Kişi başı milli gelirimiz 10 bin dolara çıkmış bulunuyor ama dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi buralarda takılıp kalma olasılığı var ve bunun nasıl aşılabileceği tartışılıyor.

Bu köşenin sınırları elbette bu derin konuyu tartışmaya yetmez ama şunu söyleyebilmek mümkün: Bugüne kadar yaptığımızdan daha farklısını yapmamız gerekir ki çağ atlayabilmemize olanak sağlayacak bir üretim gücüne ulaşalım.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın geçen gün yaptığı tespit bu konuda nereye bakmamız gerektiğini isabetle gösteriyor: Önümüzdeki dönemde gerçek anlamda kalkınmış bir ülke olabilmemiz için gerçek bir demokrasiye sahip olmalıyız. Eğitim ve hukuk sistemimizi değiştirmeliyiz. Eğitim ve hukukta bu değişimi başaramazsak orta gelir tuzağına düşeriz!

O böyle söylüyor ama ne hukuk düzenimizde “ileri demokrasiye” geçmemize olanak sağlayacak bir gelişme işareti var, ne de eğitim sistemimizde bir ilerleme umudu!

Hükümetin hukuk düzenimizde yapmaya çalıştığı palyatif girişimlere yargı engel oluyor.

Eğitim reformundan hükümetin anladığı ve yapabildiği tek şey de imam hatiplerin orta bölümlerini yeniden açmaktan ibaret.

Eğitim sistemimizi, günümüzün yükselen, geleceğin yükselecek sektörlerine göre devrimci bir şekilde yeniden kurmak yerine bununla meşguller.

Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? Hükümetin bakanları içinde, yandaş medyada kendisine en az yer bulan, konuşmaları en kısa şekilde verilen hatta bazen görmezden gelinen kişi Ali Babacan’dan başkası da değil.

Babacan’ın söyledikleri ile hükümetin genel icraatlarına bakınca bunun nedenini anlamak daha kolay!

Metrobüs ihalesi ile ilgili açıklama

GEÇEN gün, İstanbul’da metrobüs hattında çalıştırılacak otobüslerin ihalesinin bir Türk firmasına verilmesi üzerine bir yazı yazmış ve “Madem Türkiye’de yapılabiliyordu, neden 1 milyon 200 bin Euro’ya Phielas marka otobüsler alındı” diye sormuştum.

Dönemin İETT Genel Müdürü ve diğer yetkililerin vekili Avukat Abdullah Buladı’dan bir açıklama aldım.

Buladı, Karsan’ın teklifinde yer alan otobüsler ile Phielas marka otobüslerin aynı vasıflarda olmadığına işaret ediyor ve fiyat kıyaslamamın doğru olmadığını belirtiyor.

Buladı’ya göre kıyaslamayı yapmam gereken otobüs Mercedes Capacity’ler olmalıymış ve ikisi arasındaki fiyat farkı bu durumda sadece 35 bin Euro oluyor.
Yazımda konuyla ilgili müfettiş raporlarına dayanılarak açılan davadan söz etmiştim. Buladı bununla ilgili olarak şunu belirtiyor:

Bu ülkede müfettiş, denetçi, murakıp, uzman vs. rapor ve düşünceleri ile yüzlerce kamu görevlisinin mahkemelerde sürüm sürüm süründüğünü de hatırdan çıkarmamak lazım. Müfettişler  metrobüs hattı için alınan araçları değil, bizatihi sistemi, altyapı ve üstyapı ihalelerini de eleştirmektedir. Müfettişlerin bakış ve düşüncelerine itibar edilecek olunursa şayet, metrobüs taşımacılığı henüz ve hâlâ hizmete girememişti. Müfettişlerin mantığı ile henüz Boğaziçi Köprüsü ve FSM Köprüsü dahi yapılamamış olabilirdi!”

Yazımda bu ihale yapılırken İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın nerede olduğunu da sormuştum. Buladı, ihalenin UKOME kararıyla yapıldığını, UKOME’de bütün yerel ve idari birimlerin temsil edildiğini, kararlarının kolektif olduğunu vurguluyor.

Okuyucularımın bilgisine sunarım.

Düzeltme ve özür

DÜNKÜ yazımda bir dikkatsizlik sonucu olarak Halit Meşal’in Hizbullah lideri olduğunu yazmışım. Bu hatamı sabah fark edebildim. Meşal, Hamas lideridir. Önce benim, sonra yazıişlerinin dikkatinden kaçan bu hata için sizlerden özür dilerim. Bu vesileyle bana “cahil” suçlaması yapanlara, ağaçlara takılmak yerine ormana bakmalarını öneririm. Bu konuya yine döneceğim.

(Hürriyet)

Mehmet Y. YILMAZ | Tüm Yazıları
Hits: 1873