İstanbul Türkiye değildir, ama zeitgeist (zamanın ruhu) söz konusu olduğunda daha fazla bir şeydir. Dünü, yarını bir arada görebilirsiniz İstanbul’da. Ya bugünü? Onu bir türlü yakalayamazsınız… AKP döneminde yaşanan “değişimi” anlamanın yeri de İstanbul’dur; İsmail Ağa Camii’nden, Cahide’ye kadar…
Halimiz, T.S. Eliot’un, “Olayı yaşadık ama anlamını kaçırdık” sözlerini akla getiriyor. Bu kenti ne kadar çözümlesek, hep bir “şey” o kadar eksik kalıyor, şöyle bir görünüp kayboluyor, kendini ele vermiyor… Bilgiyi aşan bir şeyler var… Soruşturan özneyle, ilgi nesnesi arasındaki mesafeyi silen, ama yaşananın özgünlüğünü de evrenselle buluşturan, toplumsal/tarihsel çözümlemeyle, sanatı birleştiren bir çaba gerekiyor…
Siyasal yelpazenin birbirine uzak uçlarında yaşıyoruz Clair Berlinski ile, ama City Journal’daki “Weimar Istanbul” başlıklı yazısını okuyunca, “işte böyle bir şey” demekten kendimi alamadım[1]. Berlinski, “değişimin” tüm şiddetini, insanın başını döndüren hızını, midesini altüst eden iniş çıkışlarını, “grotesk güzelliğini” (İstanbul artık bir ‘oxymoron’dur!) büyük bir başarıyla yakalamış.
Weimar kenti
Berlinski bir “kent” betimleyerek başlıyor yazısına, adını koymadan… Burası İstabul diye düşünüyorsunuz hemen. Az sonra, burası giderek faşizm arifesindeki Berlin’e (Weimar Cumhuriyeti 1919-1933) dönüşmeye başlıyor, sonra tekrar İstanbul oluyor, sonra Berlin… İki farklı dönemin iki farklı kenti arasındaki benzerlikler sizi korkutuyor. Eski çözülürken, yeninin, daha şekillenirken can çekişmeye başladığı, adeta Hegel’in “kötü sonsuz” dediği yerde tutsak bir Kent tipolojisi var karşımızda. Bu kentin ömrü birkaç yıl olabildiği gibi, birkaç on yıldan daha uzun da olabiliyor… Berlinksi, “Weimar Kenti” diyor buna.
Cumhuriyetin “kriziyle”, Weimar Demokrasisi’nin başına gelenleri karşılaştırınca hak vermeden edemiyorsunuz. Siyasal İslam’ın yükselişiyle nasyonal sosyalizmin (faşizmin) yükselişi, her ikisinin karizmatik, dinamik, tutkulu ama tutkusundan bir türlü emin olamadığınız, “gerçek mi kurgumu mu?” diye düşünmeden edemediğiniz liderlerinin, tüm gerçek farklarına karşın, birbirine karışmaya başlayan yüzleriyle, Türkiye’nin dünle yarın arasına sıkışmış halinin bir simgesi olarak “Weimar İstanbul”…
Weimar Kenti’ne karakterini, diyalektik anlamda, bir “aufhebung” olarak “değişim” değil, çözülme, parçalanarak, büyüyerek çürüme veriyor ve canlı bir siyasi-kültürel yaşamın ardından gelen koyu bir karanlık… Nüfus hızla artıyor, tarihi binalar çürüyor, gelişigüzel dikilen ölçüsüz yeni binaların betonu, camı alüminyumu korkutuyor, kente yeni gelen insanların görüntüleri gibi… Yeni gelenler de buldukları, gürültüden, ışıklardan, renklerden, haz ekonomisinin estetiğinden, kadınlarından, eşcinsellerinden, transseksüellerinden, “entellerinin” “anlaşılmaz” dilinden, metalarının cinselliğe bindirilmiş simgelerinin baş döndürücü dolaşım hızından korkuyorlar. Aslında herkes herkesten korkuyor; kaçınılmaz bir krizden, engellenemez bir çöküşün her an patlak verecek bir felaketin arifesinde yaşadığını “bilmekten” korkuyor. Bir deprem beklentisiyse İstanbul’da tüm bunların üzerine tüy dikiyor…
Berlin-İstanbul
Weimar Kenti’nin arkasında ağır bir tarih mirası ve bu tarihi durdurarak yeni bir yöne döndüren bir “olay” var. Bu “olay”ın getirdiği yeni insan, yeni bir “hakikate” dayanarak ileriye doğru gitmeye çabalarken, bu “olaya” direnmeye kararlı eski insan ve tutunduğu anakronistik “hakikat”, kaybolan bir dünyayı, “bir asrı saadet”i özlüyor. Berlinski, Osmanlı’nın, tarihi mirası, Cumhuriyet’in ve modernliğin, “olayı”, yeni insanı temsil ettiğini, AKP’nin ve beraberinde getirdiklerinin ise, ilerlemeyi değil, tüm demokratikleşme iddialarına karşın, “olay”ın öncesine dönmeyi arzulayan bir “nostaljiyi” temsil ettiğini düşünüyor. Berlinski de, artık AKP’nin cilasını kazıyarak altındakileri görmeye başlayanlardan biri. “Demokratikleşme”, “yolsuzlukla mücadele” iddialarının, birbirini izleyen açılımların, dosyalardan, Ergenekon’a kadar uzanan olayların, kendisinden farklı siyasi görüşte olanları akıl hastası olmakla suçlayanların söylemi, her şeyin tam aksi bir anlama geldiği, Yeni-Osmanlı fantezileri, Orwell’in “1984” dünyasını aratmıyor.
“Olayın” henüz tamamlanamayan modernitesi, bir noktadan sonra bu nostaljiye dayanamaz. Siyaset de “Bundan sonra ne olacak” sorusuna bir cevap bulamamanın gerginliğini tümüyle yansıtır. Her köşeden “öcü” gibi insanın üzerine gelen “komplo teorileri”, her taşın altından çıkan “Yahudi/Siyonist proje”, aklın yerine geçen paranoya… Weimar’ın yıkılışı, Roma’nın “barbarlar” tarafından talan edilmesi, “fetih”ten önceki Constantiople gibi bir “şey”dir bugün İstanbul’da egemen “zeitgeist”.
Kentin yaşamı, çokdilli, çok çelişkili siyasi kültürel projeleri, müstehcen servetlerle, uygarlığın yüz karası yoksullukları, kösnül çıplaklıklarla, köktendinci örtünmeleri, ortaokullara kadar yayılan uyuşturucu dalgasıyla, sigara yasağını, içkili lokantalardaki baskınları birlikte yaşayan kalabalığın her gün yeniden boğuşmak zorunda kaldığı bir anlamlar karmaşasıdır… Bunlar, yaklaşan “felaketin”, yeni bir “olay”ın habercisidir ama… “Olay” gelmez… Çürüme devam eder…
Bu bekleyişin, Kent’in kültür ve sanat yaşamına, entelektüel üretkenliğine de yansıması kaçınılmazdır. Ya da öyle sanırsınız! Weimar dönemine bakarsanız sanatın, Dix, Grosz, Kandinsky, Brecht, Hesse, Kafka, Mann, Berg, Schoenberg, Webern, Fritz Lang gibi isimleri, felsefenin Adorno, Walter Benjamin, Heidegger –Max Horkheimer, Max Weber gibi devleri gözleriniz kamaştırır. Weimar’ı bunlar bile koruyamadıysa, İstanbul karanlığa nasıl direnecektir? Berlinski İstanbul’un sanat yaşamına bakınca, Berlin-Viyana-Prag üçgeninin zenginliğiyle değil, postmodernizmin çölüyle karşılaşır. Bir tarafta İnci Eviner’in Harem’i, Taner Ceylan’ın hiperrealits resimleri, öbür tarafta, Kurtlar Vadisi…
Adnan Khan da Macleans (Kanada) dergisindeki denemesinde, İstanbul’u bir barut fıçısına benzetir (23/12/2010). Radikal milliyetçiler, (Kürt ya da Türk), radikal İslam, cemaate teslim olmuş polis, “yandaş medya” bir yana, bir mafya babasının, kendine has beden diliyle oturduğu kahvede çayına şeker atarken Khan’a dediği gibi “halen yarım düzüne küçük çaplı savaş sürmektedir İstanbul’da…” Ancak Khan’ın, İstanbul’unda “esas uyuşturucu paradır; herkes buna tutkundur. Her şey bu yüzden böyle değişmektedir”.
Yine de, bu kent sizi büyüler. Başka bir yerde yaşamak istemezsiniz, özellikle bugün İstanbul’u yazan Berlinski, dün Berlin’i yazan Isherwood gibi bir entelektüelseniz. Çünkü, kentin trajedisi, artık sizin “maddenizdir”; kimi zaman eroin etkisi yapar üzerinizde, bugünün belirsizliğinden kaçarken sığınırsınız… Kimi zaman da kokain olur sizin için, kentin her gün size yeniden çarpan rüzgârının peşinden koşarken…
(1) Bu 6000 sözcüklü denemeyi, burada özetlemeyi, alıntılarla temsil etmeyi denemek yerine, bende bıraktığı “izi”, kimi yerde plajerizme düşmek pahasına, aktarmaya çalışacağım. Yazıyı burada okuyabilirsiniz: http://www.city-journal.org/2010/20_4_weimar-city.html
(Cumhuriyet 27.12.2010)