Abdullah Öcalan, 4 Nisan 2007 tarihli görüşme notlarında KCK ile ilgili olarak şöyle diyordu:
“KCK sistemi, demokratik toplumsal diyalektik bir sistemdir. Kürtler bulunduğu her parçada o devletlerle demokratik bir diyalog ve yöntem geliştirirler. Bunlar birbirlerinin karşıtı gibi ak ve kara değildir. Mesela Kürtler ve bulundukları devletler birbirlerinin yanında yaşarlar, birbirleriyle mücadele ederler, fakat birbirlerini ak ve kara gibi görüp imha etmezler. Özellikle Kürtler, demokratik ulus anlayışıyla mücadele yürütürler. Bu nedenle KCK, tüm Kürtleri temsil eder. Ve her parçada Kürtler adına politika üretir. KCK, İran’la, Suriye’yle, Türkiye’yle hatta Irak’la Kürtler adına görüşmeler yapabilir ve onlarla demokratik diyalogu geliştirir.” (Cengiz Kapmaz, “Öcalan’ın İmralı Günleri”, s. 471-418
KCK, Öcalan’ın 2005 yılından itibaren geliştirmeye başladığı “demokratik konfederalizm” modelinin siyasal örgütlenme biçimi olarak tasarlanmıştı. Demokratik konfederalizm ise Öcalan tarafından şöyle tarif ediliyordu:
“Kürdistan demokratik konfederalizmi bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere halkın tüm kesimlerinin kendi demokratik örgütlenmesini yarattığı, politikayı doğrudan ve özgür-eşit konfederasyon yurttaşlığı temelinde, yerelde kendi özgür yurttaşlık meclislerinde yaptığı bir sistemdir. Dolayısıyla öz güç ve öz yeterlilik ilkesine dayanır. Gücünü halktan alır ve ekonomi de dâhil her alanda öz yeterliliğe ulaşmayı hedefler.”
Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı raporda KCK’yı ve kuruluş sürecini şöyle anlatıyordu: “KCK fikri, Kongra Gel’in (Halk Kongresi) 2007 Mayıs’ında Kandil’de yaptığı 5.Kongre’de ortaya çıkmış ve varlığını 2005’ten beri sürdüren KKK’nın yerini almıştır. Açılımı Koma Komalen Kurdistan olan KKK, Kongra Gel’in Mayıs 2005’te 236 delegenin katılımıyla Kandil’de düzenlediği, 3.Kongresi’nde Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm konsepti”ne uygun bir şekilde kurulmuştur. (…) 2007 Mayıs’ında Türkiye İran, Suriye, Irak ile yurtdışındaki Kürtleri temsil eden toplam 213 kişinin katıldığı Kandil’deki 5.Kongrede KKK’nin ismi KCK olarak değiştirilmiştir. Buna göre Türkiye odaklı bir örgütlenme olan KKK’den farklı olarak KCK’nın Türkiye, İran, ırak ve Suriye Kürtlerini kapsayacak bir çatı örgütü olması öngörülmüştür.
KCK’nın ulus-devlet niteliği taşımamakla birlikte yasama, yürütme ve yargı organlarıyla silahlı gücü bulunan devlet benzeri bir yapılanma modeli olduğu ise aşağıdaki satırlardan net bir şekilde anlaşılmaktadır:
“Abdullah Öcalan’ın statüsü ‘KCK başkanı’ olarak belirlenmiştir. Bir Başkan ve 30 üyeden oluşacak bir Yürütme Konseyi kurulmasına ve bu konseyin görev süresinin iki yıl olmasına karar verilmiştir. Şu an, KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’nı Murat Karayılan yürütmektedir. KCK’da aşağıdan yukarı doğru örgütlenme öngörülmektedir. İçinde Gençlik Konseyi, Kadınlar Konseyi ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de ve bu ülkelerin dışında yaşayan Kürtlerin temsil edildiği iddia edilen beş ayrı konseyin yanı sıra PKK, İran’da faaliyet gösteren PJAK (Partiya Jiyana Azad a Kurdistane- Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ve Suriye’de faaliyet gösteren PYD (Partiya Yekitiya Demokratik –Demokratik Birlik Partisi) gibi siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ile PKK’nın silahlı kolu olan HPG (Hezen Parastina Gel) de temsil edilmektedir. Adı geçen konseylerden seçilen 300 delegenin temsil edildiği Kongra Gel ise KCK’nın bir tür yasama organı ya da parlamentosu niteliğindedir.”
KCK’ya yönelik ilk operasyon, Ergenekon’un 12. dalga operasyonlarının gerçekleştiği 13 Nisan 2009’dan bir gün sonra 14 Nisan 2009’da gerçekleşmiştir. Yeni rejimin güvenlik aygıtının, birinci cumhuriyetçilerle Kürt hareketini bir arada itibarsızlaştırıp tasfiye etme anlayışı akla getirildiğinde bu hiç de şaşırtıcı değildir. Operasyonların DTP’nin AKP’yi bölgede yenilgiye uğrattığı 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sonra gerçekleşmiş olmasında da şaşırtıcı bir yan bulunmamaktadır.
Ancak, operasyonların gerisinde daha temel bir olgu aranmalıdır; bunu ise “devlet mantığı” olarak adlandırabiliriz. Devlet, kendi mantığına gayet uygun bir şekilde, kendi egemenlik alanı içerisinde paralel bir devlet aygıtının ve ikili bir iktidar durumunun ortaya çıkmasını istemez. Bu, KCK sürecinde de geçerli olmuş ve devlet aygıtı, bir ikili iktidar durumunu henüz nüve halindeyken ortadan kaldırmak istemiştir. Dolayısıyla liberal yazarların KCK’ya ilişkin olarak öne sürdükleri “düz ovada siyaset” argümanı, yani KCK’nın silahlı mücadelenin bir alternatifi olduğu iddiası, hiçbir şekilde gerçek değildir; çünkü KCK, silahlı gücü de bünyesinde bulunduran, devlet benzeri bir yapılanmadır.
Peki KCK operasyonları ile şiddetin yükselişi arasında hiç mi bağlantı bulunmamaktadır? Aksine, arada son derece güçlü bir bağlantı vardır. Bunu en iyi dile getiren kişi ise Taraf’ın derin liberallerinden polis-yazar Emre Uslu olmuştur. Uslu’nun 21 Ekim 2011’de Taraf’ta yayınlanan “PKK’nın Yarma Harekâtı” isimli yazısına göre PKK, “Arap Baharı gündemdeyken Diyarbakır’a Tahrir Meydanı benzeri kalabalık halk kitlelerini toplayıp bir devrimci halk mücadelesi” başlatmayı amaçlıyordu. Fakat “KCK operasyonlarının PKK networkunun işlemesini geçici olarak durdurması” PKK’nın planlarını bozmuştu. PKK’nın şiddeti yükseltmesinin gerisinde de bu bulunuyordu.
Çukurca’da 24 askerin yaşamını yitirdiği saldırının gerisinde birden çok neden bulunabilir: Habur’un yıldönümünde verilmek istenen mesaj, Abdullah Gül’ün birkaç gün önce bölgede bulunması, düzenlenen hava saldırılarında HPG’nin üst düzey isimlerinin öldürülmesi vs. Ancak saldırının gerisindeki temel neden olarak, KCK’ya yönelik operasyonları ve bunun Kürt hareketinin sivil siyaset yapma dinamiklerini kısıtlamasını görebiliriz. KCK operasyonlarının sokağın gücünü sekteye uğratmasının ardından PKK bu saldırıyla adeta, “KCK yoksa HPG var” mesajını vermiştir. Üstelik bunu, yöneticilerinin “Türk dış politikasındaki hatalar nedeniyle PKK’nın hareket kabiliyetini Lübnan, Suriye ve İran ekseninde genişlettiğini” açıkladıkları bir dönemde yapmıştır.
Buna AKP-cemaat koalisyonunun (AKP-C) vereceği yanıtın şiddeti daha da yükseltmek olacağı gayet aşikârdır ve bu yazı yazılırken gelen sınır ötesi kara operasyonu haberleri de bunu doğrulamaktadır. Bu bağlamda, Zaman yazarı Ekrem Dumanlı’nın dünkü yazısının isminin “PKK’nın Akıbeti Kaddafi gibi Olacak” olması hayli manidardır. Dumanlı’ya göre uluslararası konjonktür PKK’nın tasfiyesi için son derece uygun görünmektedir ve AB ile ABD bu sürece destek vereceklerdir. Cemaatin haftalık dergisi Aksiyon’un son sayısındaki dosya konusunu Tamil Kaplanları’nın teşkil etmesi ve spota “Tamil Kaplanları silahlı mücadeleye 1983'te başladı, PKK 1984'te. Elinden silahı hiçbir zaman bırakmak istemedi her ikisi de. Tamiller'in siyasi çözümü dışlayan tutumu, acı sonu hazırladı” cümlelerinin yerleştirilmesi de uluslararası destekli bir şiddet dalgasının yükseltileceğine dair bir işaret olarak okunabilir; bu nedenle de, Kürt sorununda nereye kadar devam ettirileceği ve ne boyutlara ulaşacağı belli olmayan bir savaş konseptine yeniden girdiğimizi söylememiz yanlış olmayacaktır.
Bu noktada, üzerine düşünmemiz gereken, 24 askerin yaşamını yitirdiği saldırının ardından yükselen tepkilerin Van depremi ile birlikte aldığı haldir. Depremi ilahi adaletin tecellisi olarak gören gericilikle her fırsatta Kürt düşmanlığını dile getiren milliyetçiliğin eşsiz bir bileşimi deprem vesilesiyle sahneye çıkmış ve adeta siyasetin egemen dili halini almıştır. Şiddet, Kürtlerle Türkler arasına, kırıldığında hepimizi felakete sürükleyecek bir fay hattını yerleştirmiş durumdadır. Bu kırılmanın nasıl engellenebileceği ise, tek doğru yanıtı üretebileceği için esas olarak Türkiye solunun sorusudur.