Üniversiteden hiçbir haklı gerekçe(!) ve yargı kararına dayandırılmadan kurumdan ihraç edilmiş, yıllarını mesleğinde tüketmiş hocalarımız, şimdilerde de pek nazlı bir işlemle(!) yuvalarına dönüyorlar. Dostlarımıza hoş geldiniz diyelim de, bunca ıstırap, kaybedilmiş yaşamlar, hayaller, toplumun uğradığı zarar ve sayılamayacak maddi-manevi hasarın sorumlusu kim ve bunlar nasıl ödenecek, diye de düşünüp, suçluların cezalarını keselim. Atılan arkadaşlarımız türbansızlardı. Evet, türbansız, beyinlerine türban takmayan bilim insanları idi! Bu süreç bize AKP nin türbanı serbest bırakmasının nasıl bir aldatmaca olduğunu göstermektedir. O zaman türbana karşı çıkanlar inancı ya da keyfine göre türban takmaya karşı değildi, bu durumun serbest olması doğaldır. Karşı çıkılan olgu, kafaya değil, beyne, düşünceye takılması amaçlanan türban idi. AKP kafaya türbanı serbestleştirirken, öyle anlaşılıyor ki, asıl amacı eğitimi ve üniversiteyi değiştirip tırpanlamaktı. Yani, kafaya türban serbest, düşünceye türbanı zorunlu hale getiriliyordu.
AKP’nin anlamsız türban saçmalığı salt başa örtülen örtü idi ise, bu durum hiç kimseyi, hele de siyasileri hiç ilgilendirmez. İsteyen inancına göre, isteyen zevkine göre kıyafetini belirler. Ancak farkında olmalıyız ki siyasi erk kafada türbanı serbest gibi göstererek, aslında beyinleri türbanlamaya çalışmıştır. Beyinlerin türbanlanması girilecek yol değildir, çünkü beynin türbanlanması insanın en önemli özelliği olan özgür düşünme niteliğinin yitirilmesi, köleleştirilmesidir. Düşünme özelliği doğanın insanlara bahşettiği en önemli özelliktir. Fakat özgür düşünme siyasetin ve sermayenin en büyük düşmanıdır. Çünkü özgür düşünce sermaye ile elele davranan siyasetin amansız eleştirmenidir. Siyasetin özgür düşünceyi baskılayarak üniversiteyi araçsallaştırması toplumun entelektüel damarının kesilmesi anlamına gelir. Bu durumda da toplum emperyalistlerle kol-kola yürüyen sermayenin kölesi konumuna indirgenmiş olarak, bizzat kapitalizmin devrim hareketi ile yıktığı feodalizme geri dönülmüş olur.
Özgür düşünce salt sermaye ve siyasete karşıt değildir, aynı zamanda kurumsallaşmış haldeki sahte bilim insanının donmuş beynine ve vicdanına da karşıdır. Bilimin kurumsallaştığı koşulda, kurum örtülü şiddet davranışı ve tepkilerle “sırçalı köşk”ünü yıkabilecek özgür düşünceye izin vermez.
Sermaye ve onun siyasi ajanı olan hükümetler çıkarları adına ve konumlarını korumak amacıyla özgür düşünceye karşıdır. Çünkü bu kesimler için kişisel çıkar, mevki, makam toplumsal yarardan öndedir. Bu gruba emperyalistin emeli de dahil olunca, özgür düşünce karşıtlığı pekişir, hatta araçsallaştırılmış hukuk sisteminde suça dönüş(türül)ür. Avrupa’nın karanlık Orta Çağ’ında kilise hakimiyetinde olduğu gibi ülkemizde de çeşitli aşamalarda üniversite üzerinde uygulanan kıyım olayları da hep aynı amaçlıdır. Ne hazindir ki bir tür üstyapı olarak oluşan ve şekillenen üniversite kurumu da kurumsal çıkar ve yapısını koruma adına özgür düşünceye karşı olur. Bu yönü ile birer üstyapı kurumları olarak Batı dünyasındaki ünlü üniversiteler dahi insanlığın ve özgür düşüncenin birer yüz kızartıcı unsurları olmanın ötesine gidememektedirler. O nedenledir ki, üniversite üzerinde uygulanan siyasi operasyonlara bizzat üniversitelerden güçlü bir tepkinin gelmemiş olmasına ilaveten, siyasi karar yanında durabilen, hatta maalesef komut üzerine üniversiteleri işgal eden ya da karşı bildiri dahi yayınlayabilen akademik güruh dahi oluş(turul)bilmektedir.
Bu kısa tartışmadan iki temel düşünce ortaya çıkar. Birincisi, bir kurum olarak üniversite üretim altyapısı üzerinde yükselen, görece bağımsız olduğu düşünülen fakat aslında bağımlı bir üstyapı kurumudur; böyle olmayanlar da böyle olmaya zorlanırlar. İkincisi, bir üstyapı kurumu niteliğiyle, bizzat üniversite “sembolik şiddet” uygulayarak kurumu koruma refleksiyle yerleşik düşünce kalıplarına karşı olan fikirlere kapalıdır. Bu durum farklı bilim alanlarında farklı olmakla berber, sosyal bilimler alanlarında en üst düzeyde kendisini gösterir.
Böylesi karmaşada toplumları ve üniversite kurumunu kollamak ve kurtarmak bizzat kuruma, yani üniversiteye, hatta bireysel düzeyde akademisyenlere düşmektedir. Bu görevde, kurumu koruma adına geliştirilmiş sembolik şiddet uygulamasına son verilerek ya da gerçek anlamda bilimsel süzgece dönüştürülerek kurumun tek düzeliği ve bağımlılığı önlenmelidir. Böylece üniversite her türlü özgür fikrin tartışılabildiği, bu serbestiye karşı hiçbir siyasi ya da yönetsel uygulamanın yaşanmadığı mutlak özgürlük alanı olarak korunmalıdır.
Bu model, bir yandan yarı cahil refleksinin, diğer yandan ileri düzey düşünce ukalalığının törpülendiği tolerans alanında yeşerebilir. Gerçek anlamda bilim insanında, faaliyetin tanımı icabı, bilimsel çalışmada mutlak doğru ya da inanç olmadığı ve yanlışlama sistemi ile bilimsel gelişme sağlanabileceği düşüncesi ve davranışsal kodlar başat oluşacağından gerekli tolerans ortamı sağlanabilir. Yeter ki sermaye, siyaset ya da dinsel vs diğer toplumsal baskı gurupları üniversiteye kanca atmasın.
Barış imzacıları döneminde siyaset-kurum iş birliği ile hiçbir yargı kararı olmadan keyfi şekilde kurumdan ihraç edilen ve şimdilerde de bence yine keyfi kararlarla gecikmeli olarak işlerine dönebilen akademisyenlere “hoş geldiniz” demek yerine ya da onun da yanında, bilime ve topluma saygısız hangi mekanizma/kurum sizi yuvanızdan attı ki, diye sormak gerekir.
Basına sansür, kitap sansürü ya da üniversiteden hoca atmak, aslında topluma sansürdür. Böylesi davranış bir cinayettir. Bu cinayet Hitler olayında olduğu gibi ırk anlayışı üzerinden, Türkiye’de olduğu gibi siyasi zihniyet üzerinden yapılabilmektedir. İşte türbanın siyasi anlamı budur. Kimi iç güçler toplumu bir şekilde tarihin gerisine yollamak için kimi dış güçler de toplumun kaynaklarını siyasilerle talan edebilmek için toplumun düşünen, yorumlayan beynini türbanlamak zorundadır. Ilımlı İslam da budur, sahte milliyetçilik de budur! Her ikisi de bir şeye hizmet eder: emperyalistlere, iç sömürücülere ve her ikisi ile iş birliği içindeki siyasi kadroya.
Önümüzdeki seçimin işgalcilere karşı bir kurtuluş savaşı olduğu gibilerinde şanssız bir beyanda bulunan siyasetçinin ifadesi doğrudur ancak eğer aktörler yerli yerine koyulursa! Halkımızın her şeyi yerli yerine koyacağı ve bu savaşı kazanacağı düşüncesiyle…