Halkın kendi kader planını kendisinin çizmesi

~ 19.10.2022, Fatih YAŞLI ~

Kamuoyunda “sansür yasası” olarak bilinen, iktidarın ise “dezenformasyonla mücadele yasası” dediği düzenleme, geçtiğimiz perşembe günü Meclis’ten AKP-MHP ittifakının 70 civarındaki üyesinin evet oyuyla geçti. Çünkü yasaya gerçek anlamda bir direniş göstermeyeceği en başından beri belli olan muhalefetin vekillerinin çoğu oylamaya katılmamıştı ve bu sayı yasanın geçmesi için yeterliydi. Zaten yasanın Meclis’e geldiği gün CHP olanca umursamazlığıyla Kılıçdaroğlu’nun mucidi olduğu “başörtüsüne yasal garanti” teklifini vermiş, Kılıçdaroğlu da görüşmelere katılmak yerine kimsenin ne işe yaradığını bilmediği ABD gezisine çıkmıştı.

Yasanın Meclis’ten geçmesinden bir gün sonra Amasra’daki madenci katliamı haberi geldi ve bu yasanın susturmayı hedeflediği sosyal medya aracılığıyla, grizu patlamasının gerçekleştiği madenle ilgili Sayıştay’ın 2019’da hazırladığı rapor anında kamuoyunun önüne düştü, hızlı bir şekilde de yayıldı.   Varlığını halen sürdürmesi ve özerkliğini koruması denge-fren ve denetleme mekanizmalarından azade bu rejim için bir “anomali”, bir tuhaflık olan Sayıştay’ın denetim raporunda Amasra’daki üretimin derinliğinin -300 metreye ulaştığı, kömür aranan damarların gaz içeriklerinin yüksek olduğu ve grizu patlaması riskinin arttığı yazıyordu.

Bu raporun dolaşıma girmesinin hemen ardından Türkiye Taşkömürü Kurumu tarafından yapılan açıklamada ise rapor üzerinden yapılan haberlerin yalan olduğu öne sürülüyor ve henüz “dezenformasyonla mücadele yasası” yürürlüğe girmediği halde, gayet bilinçli bir şekilde “söz konusu haberler gerçeği yansıtmadığı gibi dezenformasyon içermektedir” deniliyordu. Yani henüz yürürlüğe girmemiş bir yasa üzerinden topluma sopa gösteriliyor, yasanın nasıl kullanılacağına dair provalar yapılıyordu.

Katliamın hemen ardından CHP’nin sosyal medya hesabından yapılan ilk açıklamada ölen işçilerden “maden şehitleri” diye söz ediliyor, hadisenin emek sömürüsü, kâr hırsı, denetimsizlik, ihmal gibi boyutlarına ve sorumlularına hiç değinilmiyor, katliam politik içeriğinden arındırılarak adeta doğallaştırılıyordu.

Ertesi gün Davutoğlu Amasra’da yaptığı açıklamada “başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün yetkililere seslenişim… Bugünler, görüş ayrılıkları üzerinden fikir beyan etme günleri değil. Hep beraber, ortak bir akılla neler yapılacağını tartışmamız lazım. İktidardakilerin de buna açık olması lazım” diyor ve Türk sağının en sevdiği şeylerden “milli birlik beraberlik edebiyatı”na sığınıyordu.

Erzurum mitingini iptal eden Babacan’a göre ise “bugün tedbirleri, niye olduğunu, nasıl olduğunu konuşmanın günü değil. Bugün acıyı paylaşma günü”ydü. Babacan bunları söyledikten sonra, kendisini dinlemek için toplanan kalabalığın karşısında yaşamını yitiren madenciler için dua etmeyi de ihmal etmeyecekti elbette.

Katliam sonrası Akşener de Amasra’ya gidenler arasındaydı ve orada yaptığı ilk açıklamanın ilk cümleleri “şehitlerimizin ailelerinin başı sağ olsun. Allah onlara Eyüp sabrı nasip etsin. Şehitlerimizi inşallah Allah peygamber efendimize komşu kılsın, onların şefaatlerinden ailelerini faydalandırsın” şeklinde olacaktı.

Katliamı siyasetten arındırmada ve dinsel bir söylem kullanmada birbiriyle yarışan tüm bu açıklamalara son noktayı ise Erdoğan’ın koyması kaçınılmazdı. Muhalefetin söylemi böyleyken, hadiseyi en sevdiği alana taşımak ve el yükseltmek onun için çocuk oyuncağı gibiydi. Önce tıpkı nasıl ki Soma için “fıtrat” dediyse burada da “kader planı” diyerek ölümleri dinselleştirip doğallaştırdı, hatta ileride benzer başka katliamların da yaşanacağı, onların da doğal karşılanması gerektiği anlamına gelecek şeyler söyledi, ardından da Akşener’in söyleminin de üzerine çıkarak sadece ölen madencilerin değil ailelerinin de peygamberle komşu olacaklarını belirtti.

Dün ise son olarak Bahçeli Meclis’te yaptığı grup konuşmasında Sayıştay raporlarının “istismar edilmesi”nden, bunun üzerinden siyaset yapılmasının “mahsur”larından, Soma’yı hatırlatmanın “maksatlı ve hastalıklı” olduğundan söz ediyor ve topluma bir kez daha “siyaset yapmayın” sopasını gösteriyordu.

Dinselleşme, günümüz Türkiye’sinde kitlelerin sessizleştirilmesinin, apolitize edilmesinin, siyasal alanın dışında bırakılmasının en önemli araçlarından biri olma niteliğini taşıyor. Yaratılan emek cehennemine kitlelerin itiraz etmemesi, ses çıkarmaması, toplumun kendi hak ve hukukunu savunmaması, politize olmaması için halkın tepesinden aşağı dincilik boca ediliyor. Üstelik dinselleşmenin dili sadece iktidarın değil muhalefetin de dilini belirliyor, siyaset kimin daha çok dincilik yapacağına dair bir yarışa dönüşüyor.

Buna bir de “gün siyaset yapma günü değil” söylemi ekleniyor ve aslında tepeden tırnağa siyasi olan meseleler siyasetin dışına çıkartılıyor; bu da dinselleşmeyle aynı işlevi görüyor, tam da politize olması, sesini yükseltmesi gereken toplum bir de buradan apolitize ediliyor.

Oysa Erdoğan’ın “kader planı” dediği şeyin “sermayenin planı” olduğunu ve “buna siyaset karıştırmayın” denilen her şeyin zaten politik bir nitelik taşıdığını görmemiz gerekiyor. Türkiye bilmeyerek ya da beceriksizlik nedeniyle bugünlere gelmedi; bu emek cehennemi, bu ucuz işgücü, bu güvencesiz çalışma koşulları, bu sefil yaşam, küçük bir azınlığın refahı, saadeti, mutluluğu adına inşa edildi. Türkiye’nin sermaye düzeni bu emek rejimi için İslamcılara ihtiyaç duyuyordu, dinselleşmeye, biat etmeye, “emeğin tevekkülü”ne ihtiyaç duyuyordu; İslamcılar da ona istediğini verdi ve ondan istediğini aldı.

Erdoğan’ın “kader planı” dediği şey, Türkiye sermaye sınıfının bu halkın, emekçilerin, işçilerin kaderini kontrol altına almak, onları yönetmek ve sömürmek için uyguladığı programın adıdır. Milyonlara sömürü, sefil bir hayat ve ölümden başka hiçbir şey sunmayan “kader planı”na karşı yapılması gereken ise halkın kendi kaderini eline alma ve kendi kader planını kendisinin çizme cüretini göstermesi, bu düzeni değiştirme iradesini ortaya koymasıdır. Bu cüret ve irade devreye girdiğinde, kaderin planının da değiştiği görülecektir.

https://haber.sol.org.tr/

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 4370