Monarşi yönetiminin biçimsel (simgesel) olarak korunduğu İngiltere, Japonya vb. ülkelerin bu anlamda oluşturduğu istisnayla birlikte, tarihsel akış içinde hemen hemen bütün dünyada monarşiler yerlerini demokratik cumhuriyetlere bırakmıştır..
Bu sistemler ve kahramanları (krallar, prensler, sultanlar) artık toplumsal bilimlerin yanı sıra, kurgusal (fictif) edebiyat, sinema vb. alanlarında sanat ürünlerinin konusudur.
Deli, dâhi, kahraman, korkak, başarılı, başarısız, despot, özgürlükçü vb. bütün tarihsel kişilikler için böyledir bu…
Onlar her şeyleriyle, esas olarak, yaşadıkları dönemlerin ürünüdürler.
Örneğin Fransa’da Napoleon, İngiltere’de Cromwell, Rusya’da Petro gibi kendi ülkelerinin yanı sıra insanlık tarihinde de iz bırakmış kişiliklerin bugünün toplumsal önderleriymiş gibi canlandırılma çabalarına hiçbir yerde rastlanmaz.
Tarihten ders çıkarılır, ama tarih kopya edilemez…
Böyleyken bizde (bugün iktidarı elinde tutan çevreler başta olmak üzere) genellikle Cumhuriyet karşıtı çevrelerde bir Osmanlı hayranlığının dalga dalga yükselmekte olduğunu görüyoruz.
Bu hayranlığın özellikle de Osmanlı Devleti’nin son padişahlarından 2. Abdülhamit’in kişiliğinde odaklandığı görülüyor.
***
Sorunumuz Osmanlı tarihine hayranlıksa, neden örneğin reformcu padişahlar 2. Mahmut, 3. Selim, talihsiz Genç Osman değil de, ille de Abdülhamit?.. Ya da zamanında çok kan dökülmüş Yavuz Selim?
Bu nedenler çok belli.
Günümüz Osmanlı hayranlarınınki geçmişe saygı, geçmişten ders çıkarma yaklaşımı değil, kendi amaçları doğrultusunda tarihi kullanma hesabı ve çabasıdır.
Bu çaba ise tıpkı dün olduğu gibi bugün, dünden de daha geçersiz olan Panislamizm (ya da köktendincilik), Pantürkizm (ya da şoven milliyetçilik) gibi iç politika yatırımı olma ötesinde anlam taşıyamayacak boş ve tehlikeli hayallerdir.
***
2. Abdülhamit, ağabeyi 5. Murat’ın birkaç ay süren saltanatına (bence pek de açık ve inandırıcı olmayan nedenlerle) son verilerek apar topar tahta çıkarılmış Osmanlı padişahıdır...
İlginç denebilecek kişilik özellikleri, aralarında (eğitim, sağlık vb. alanlarında) kuşkusuz başarılı olanları da bulunan etkinlikleri yukarıda değindiğim gibi bu yazının konusu dışındadır.
Zaten günümüzdeki Abdülhamit hayranlarının dayanakları bunlar değil, yine yukarıda değindiğim gibi onun bir dönem tutunmaya çalıştığı İslam birliği (halifelik) hayalini diriltme, ya da bu hayale Abdülhamit’i payanda yapma çabasıdır. Abdülhamit’in başkaca bir iler tutar tarafının bulunmadığını da olgular apaçık gösteriyor.
***
Kendisine sorulsa yaşamını sultan olmak yerine belki de şehzade kalarak çok sevdiği polisiye romanları okumak ve yine eğitim aldığı opera besteciliği alanında bir şeyler yapmaya çalışmakla geçirmeyi yeğleyecek bu Osmanlı sultanının 33 yıllık (1876-1909) saltanat dönemi, siyaset ve ekonomi alanında baştan sona başarısızlık ve çelişkiyle doludur.
Satırbaşlarıyla kısaca sıralayacak olursak:
1876-1878: İlk Osmanlı anayasasının hazırlanması, ilk Millet Meclisi’nin açılması ve ardından her ikisine son verilmesi.
1881: Emperyalizme ekonomik teslimiyetin tepe noktası olan Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu.
Balkan isyanları ve ardından 12 Nisan 1877’de Ruslarla savaşta (93 Harbi) bütün Osmanlı tarihinin en ağır sonuçlu yenilgisi.
Bu yenilgiyi belgeleyen hazin ve yüz kızartıcı Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması (3 Mart 1878).
Yunanistan’ın Teselya’yı ele geçirmesi... İngiltere’nin Kıbrıs, Fransa’nın Tunus yönetimlerinde egemen olmaları. Mısır’ın kaybı.
Ve başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yöresinde tam bir polis devleti kuruluşu. Maaşlı jurnalcilik (ihbarcılık) kurumunun yaratılması…
Kapkara bir çözülüş ve baskı dönemi…
***
Hangi Ulu Hakan, hangi Abdülhamit Han?
Merdan Yanardağ bir çift sözle bütün bunların ortaya dökülmesine yol açtı.
RTÜK’ün (ona egemen gücün) Abdülhamit yönetiminden farksız görünümünü bir kez daha gözler önüne serdi.