Sevgili,
Ettore Scola, “Birbirimizi o kadar sevmiştik ki” adlı, Vittoria de Sica’ya ithaf ettiği, savaş sonrası, şarapnel parçaları gibi dağılan eski partizanların öyküsünü anlatan filminde, bir ara ana kahramanlarından birine hayıfla, şunu söyletir:
- Dünyayı değiştirmek için çıktık yola, ama sonunda biz değiştik.
Dünyayı değiştireceğine inanmak, o yönde davranmak, dünyaya yeni bir gözle bakmak, yaşamın en büyük mutluluklarından biri, belki de birincisidir.
Önemli olan yolun sonunda nereye varıldığı değil, yolu yürümenin kendisidir.
O mutluluğu tatmış olan kuşaktanım.
1960 hareketinin getirdiği, görece özgürlük ortamında, sınıf gerçeğini ve sosyalizm olgusunu tanıdık, bilinçlendik.
Ortamın ürünü olan bilinçlenmemizin etkenleri arasında gazetedeki köşelerinden bizi her gün uyaran iki “bilinç taşıyıcı”mız vardı: Cumhuriyet’te İlhan Selçuk, önce Milliyet sonra da Akşam’da Çetin Altan.
Bu ikilinin o zamanlar toplumu nasıl etkiledikleri, okurları tarafından nereye konduklarını, bugün anlatılanlarla, tam olarak kavramak mümkün değil, onun için o günleri yaşamış olmak gerekir.
***
Artık gazete köşe yazarı kimliğinin çok ötesine geçmiş olan bu ikili ile başlardı gün, onlar kalem hünerleriyle içimizi ısıtır, gözümüzdeki perdeyi yırtarak, kafamızı aydınlatırlardı. Cumhuriyet Rönesansı’nın ürünleri olan bu ikili, gelişme sürecinin sonraki aşaması olan sosyalizmin öncüleri olarak parlıyorlardı ve biz yazılarıyla yetinmediğimiz bu bilinçlendiricilerimizin açık oturumlarını izlemek için oradan oraya koşuşturup duruyorduk.
Çok geçmedi, sosyalizmi geniş kitlelere tanıtan, bütün baskı ve dışlamalara karşın, toplum nezdinde ilk kez meşrulaştıran, Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Çetin Altan partiye katıldı, 1965 seçimlerinde milletvekili seçilerek, parlamentoya girdi.
Meclis yaşamı da çalkantılıydı, kürsüde linç edilmek istendi.
Yaşamının o dönemi büyük güçlükler ve ezalarla dolu geçti.
Bizim adımıza dayaklar yedi, linç tehlikesi geçirdi, hapislere girdi.
Ama toplum onu o olaylar sırasında bir sevgi halesiyle çevreledi.
Toplumun onu nasıl bağrına bastığını şu olay çok iyi anlatır.
Çetin Altan’ın hapiste olduğu 12 Mart dönemiydi. Samatya Meydanı’nda Yeşil Çardak meyhanesinde hem demleniyor, hem çevreyi izliyordum. Biraz ötede manav, komşusu balıkçı ile yüksek perdeden laflarken, Çetin Altan’ın adını andı. Bir an durakladı ardından sordu:
- Biliyor musun Çetin Altan şimdi nerede?
Balıkçı bilemeyince manav küçümser bir edayla çıkıştı:
- Hapiste oğlum, hapiste!.. Ayıptır yahu bu bilinmez mi?
***
2015’te ellinci yılını tamamladığım gazetecilik yaşamımın bugünlere gelmesinde Çetin Altan’ın katkısı vardır.
O sıralarda Akşam’ın Paris muhabirliğinden, aynı zamanda haftada iki kez yazan dış politika yazarlığına yeni geçmişim. İstanbul’da bulunduğum bir ara Çetin Altan’a, “Ben de TİP’e geçeceğim” dediğimde uyardı:
- Bizim Malik (Yolaç) tutucudur, gazetesinde iki TİP’li istemez. Sen de partiye girince, ikimizden birini atacak. Beni atamayacağına göre, bu sen olacaksın.
Sonra ekledi:
- Onun için sen partiye girme! Yazılarınla yararlısın, yazmaya devam et!
Öğüdünü tuttum.
Evet Sevgili, biz Çetin Altan’ı çok sevmiştik...