"AYDINLANMA" NEYE YARAR?

~ 09.02.2015, Av. Dr. Başar YALTI ~

Antropolojik bulgulara göre, insanın bugünkü biyolojik yapısına ulaşmak için geçirdiği evrim milyonlarca yıl sürdü. İnsanın sosyal evriminin başlangıcı ise sadece otuz bin yıllık bir geçmişe sahip. İnsanların, toplu halde avlanmaktan yerleşik hayata geçişleri ise yaklaşık on beş bin yıl kadar önceye dayanıyor. Yazının bulunuşu ise çok daha yeni. En çok beş-altı bin yıllık bir geçmişe uzanıyor.

Uygarlaşma dediğimiz olgu, yerleşik hayata geçiş, teknolojik evrim ve daha çok yazının bulunuşuyla başladı. Ama uygarlaşma, sürekli gelişen çizgisel bir yol izlemedi. Dönemsel gel-git lerin sonunda bugünkü aşamaya gelindi. Örneğin parlak bir Antik Çağ sürecinden sonra, Ortaçağ denilen karanlık, uzun bir süreç yaşandı.

İnsanlığın uygarlaşma sürecinde yaşadığı en karanlık dönem, “Ortaçağ” olarak adlandırılıyor.

Ortaçağdan çıkışın adı ise “aydınlanma” . Aydınlanma; insanın özgürleşmesinin, aklını kullanmasının, dinin dünyayı yönetmesinin önüne geçmenin ve yurttaş olmanın siyaseti ve felsefesidir.

Aydınlanma doğru bilgiye akıl yoluyla ulaşma çabasıdır. Akıl yoluyla ulaşılan doğru ve bilimsel bilgi toplumsal yapıyı yeniden şekillendirecek,  özgürlüğü getirecek, dogmatik unsurlardan arınmış bir toplumsal yapı yani modernite buradan yeşerecektir.

Aydınlanma, sırf siyasal sonuçlar yaratmış bir hareket değildir. Akla öncelik veren ve düşünce özgürlüğü talep eden bu hareket, önce bilimde, sanatta, edebiyatta yenileşme (Rönesans) ve buna bağlı olarak dinde / kilisede, eğitimde yeniden yapılanma (reform) sonucunu doğurdu. Rönesans ve reform hareketlerinin sonucunda ise 1789 Fransız İhtilaliyle somutlaşan bir siyasal hareket ortaya çıktı.

Reform ve Rönesans hareketi sonucunda Ortaçağdan çıkış, din merkezli toplumsal yapıdan akıl merkezli bir yapıya geçilmesini sağladı. Aydınlanma, dinin kamusallaşmasını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Toplumu sekülerleştirildi.

Sekülerleşmeyi dinin reddi olarak anlamamak gerekir. Sekülerleşme, dini sosyolojik bir gerçeklik olarak değerlendirip, devlet ve toplum düzeninde yerli yerine oturtmaktır. Laik bir siyasal düzende bu, aynı zamanda, dine hizmet olarak değerlendirilmelidir. Çünkü dinin görünürlüğü arttıkça siyasallaşma eğilimi çoğalmaktadır. Hele kamusal alanda görünürlüğün artması ve devlet yapılanması içinde yer alması, dini doğrudan siyasal bir aygıta dönüştürmektedir. Bu durumda, kamu görevlisi niteliği taşıyan din teknisyeni bir kadro, dini kendi felsefesinden uzaklaştırarak siyasal talimatlara göre biçimlendirebilmektedir.

Din siyasallaşınca ideolojiye dönüşür. Bu ise dinin taşıdığı tinsel özün siyasal beklentilere göre şekillenmesi sonucunu doğurur. Böylece din objektif olmaktan çıkarak sübjektif bir özellik kazanır. Objektif dini söylemler tüm toplumu hatta insanlığı kavrayan bir özellik taşıyarak kamusal bir yansıma üretirken, dinde sübjektiflik, ideolojik tartışmalar yaratır. Dinin, siyasal kadroların elinde, ideolojik bir aygıt gibi kullanılması, dini, ister istemez diğer siyasal ideolojilerle karşı karşıya getirir.

Modern ideolojilerin dayandığı argümanlarla, dinin tartışılmayan argümanları (dogmalar) yarıştırıldığında; egemenliğin kaynağı, insan hakları, kadın hakları, giyim kuşamdan günlük yaşamın yürütülmesine, özgürlüklerin nasıl kullanılacağına, hatta adalet gibi konulara ait tartışmalarda din kutsallığını yitirerek sıradanlaşır. Böylece, dinin çağdaş ideolojilerle arasında çıkan çelişkileri giderme çabası gerilimlere neden olur. Savunmaya geçen dinsel söylem, dinsel yorum farklılıklarından kaynaklanan farklı tepkilerin (mezhep / tarikat) ortaya çıkmasına neden olur. Taraftar kazanma peşindeki cemaatler ve siyasal kadrolar dini; kültürsüzleştirilmiş, yozlaştırılmış, “öteki dünya” dan başka elinden her şeyi alınarak sömürüye açık hale getirilmiş kitlelerin değer ölçülerine uygun kalıplara dönüştürür. Sonuçta, dinsel ideoloji ile siyasal ideolojiler arasındaki farklılıklardan kaynaklanan gerilim, günümüze de birçok olayda yansıyan örnekleriyle, dinsel fundamentalizmin ve terörizmin yaratıcısı haline gelir.

Aydınlanma devrimi dini, toplumsal / sosyolojik bir olgu olarak ele alınmasını sağladığından, Batıda din, görünür bir siyasal ideolojik aygıt olmaktan çıkmış ve siyaseten araçsallaştırılmaktan büyük ölçüde kurtarılmıştır.

Batı uygarlığının 17 ve 18. Yüzyılda büyük bedeller ödeyerek yaptığı “aydınlanma” tercihini Türkiye ancak 20. yy da, Cumhuriyetle birlikte yaşayabildi. İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde ise böyle bir tercih zaten hiç kullanılmadı.

Aradaki fark çok derindir. Henüz Osmanlı Devletinin kurulmadığı bir tarihte, 1215 yılında, Batıda (İngiltere’de) 1215 Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) ile kişi hak ve özgürlükleri belli ölçüde tanınmış, 1679 Habeas Corpus Kanunu ile de keyfi tutuklamalara son verilmişti.

1789 Fransız ihtilalinin estirdiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri tüm Avrupa’yı sarsıp Osmanlı topraklarına uzandığında, tarihimizde yenilikçi padişah olarak bilinen 3. Selim,  Atıf Efendi’den (bir bakıma o zamanki dışişleri bakanı) olup bitenler hakkında rapor ister. Atıf Efendi raporunda, Volter ve Russo gibi “zındık” ve “kafirlerin” dinleri ortadan kaldırmak ve cumhuriyet, eşitlik ve özgürlük fikirlerini yaymak için halkı kışkırttığını, ihtilale sevk ettiğini belirtir. İhtilal sonucunda yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin anlamı kavranamaz. İnsanlığın gittiği yön anlaşılamaz ve önlem alınamaz. Yakın tarihimizdeki 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Meşrutiyet ilanı ise işe yaramaz.

Osmanlı çökerken ilan edilen 2. Meşrutiyet (1908), Birinci Dünya Savaşından yenik ve dağılmış olarak çıkan halk için bir yarar sağlamaz. Bu nedenle, Kurtuluş Savaşıyla birlikte verilen uygarlık savaşı, yani Cumhuriyetin kuruluşu, Batının Ortaçağdan çıkış için harcadığı enerjisinin Anadolu’da  somutlaşması olarak değerlendirilir. Türkiye’nin aydınlanma devrimi Mustafa Kemal Atatürk tarafından önce kurtuluş, sonra Türk Rönesans ve Reformu olarak hayata geçirilir. Laik bir devlet düzeni kurulur.

Ama dinin vesayetinden kurtulamamış olanlar, Cumhuriyeti bir türlü benimseyemezler. Düşüncelerindeki yozlaşma ve sapkınlıkları bir tabu olarak, düşünme tembeli kitlelere kabul ettirmeye çalışırlar. Bir paradoks olarak, Cumhuriyetin kazanımı olan demokrasiyi, insan haklarını kullanarak dogmalarını topluma “din” olarak dayatırlar. Tıpkı, bütün insanlar eşit doğarlar, diyen ama köleliği kaldırmayan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) gibi…

Ne yazık ki, bugün gelinen aşama, dinci siyasal akımın göreceli bir başarı elde ettiğini göstermektedir.

Osmanlının son dönemlerinde yaşanan yıkımdan çıkmak için, Yusuf Akçura tarafından “üç tarzı siyaset” olarak, “Osmanlıcılık”, “Türkçülük” yanında “İslamcılık” da önerilmiştir. İslamcılık, en belirgin olarak o tarihten itibaren siyasal bir ideolojidir. Zaman içerisinde muhafazakârlık ve milliyetçilikle birleşen siyasal İslam, ideolojik bir aygıta dönüşmüş, üstelik şiddete yönelen bir eğilime girmiştir.

İslam tarihinde Hristiyanlıkta olduğu gibi bir Rönesans yaşanmamıştır. 8 nci ve  9 ncu yüzyıllarda ortaya çıkan yüksek düzeyli felsefi tartışma ortamı ise kısa süreli olmuştur. Örneğin bir Mutezile akımı ancak ansiklopedik bilgiler arasında yer almıştır.

Kaldı ki emperyalizm, kendisini besleyen dinsel oluşumları her zaman desteklemiş ve kullanmıştır. Sonuçta, bütün dünyada radikalleşen fanatik cemaatlerin ortaya çıkmasının ortamı bu şekilde sağlanmıştır.

El Kaide, IŞID gibi terör örgütlerinin varlığı böyle bir ortamdan kaynaklanmaktadır. 

Charlie Hebdo dergisine yapılan baskını da bu çerçeveden okumalıyız.

Çizmeye çalıştığımız tablodan bakıldığında, Türkiye’nin Cumhuriyetle birlikte yaptığı laiklik tercihinin ne denli doğru ve yerinde olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Cumhuriyet, açıklanan nedenlerle sadece bir siyasal rejim değişikliği değil, Türkiye’nin bir aydınlanma devrimidir.

 

Av. Başar YALTI

 

Av. Dr. Başar YALTI | Tüm Yazıları
Hits: 3320