FİLİSTİN TOPRAKLARI IV
Okuyucuya Not: Temmuz 2014 ayı içerisinde İsrail’in Gazze bölgesine başlattığı harekat sadece kayıpları ve yıkımları bakımından değil siyasi sonuçları bakımından da önem arz etmiştir. O günlerde başlayan çalışmalarım çalışma hayatımızın da yoğunluğu bakımından yeni sonuçlanmış ve okuyucularımızın istifadesine sunulmuştur. Kopyalanamaz ve çoğaltılamaz. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.
FİLİSTİN TOPRAKLARI (IV)
“
Filistin ile vedalaşıyor muydu, Mustafa Kemal Paşa? Döndü, atının yelesini okşadı. Atını Şeria’nın sularına sürdü1.”
Gelinen Nokta ve Geleceğe Yönelik Değerlendirme:
“Filistin Toprakları” üzerinde bugün üç devlet ve bir de parçalı yönetim (Filistin Ulusal Yönetimi/Birlik Hükümeti) yer almaktadır2.
İlginç olan husus ise; halen üzerinde Filistinlilerin yaşadıkları ve bir devlet kurmak için gayret gösterdikleri “Gazze Şeridi” ve “Batı Yakası” olarak adlandırılan toprakların “1967 Savaşı” öncesinde Mısır’a ve Ürdün’e ait olmasıdır.
Ne yazık ki; Filistinlilerin henüz kendilerine ait bir toprakları yoktur ve üzerinde yaşadıkları topraklar da sanki kendilerine (ödünç) olarak verilmiştir3.
Gelecekte ne olabilir sorusunun yanıtı da belki de geçmişte yer almaktadır. BM Genel Kurulu tarafından 1947 yılında kabul edilen karar (Filistin Yönetimi/Paylaşım ve Ekonomik Birlik Planı), bir “Hukuki Belgedir” ve de sürecin başlangıç noktasıdır4. Genel Kurul’da oylanan plan %72 çoğunlukla kabul edilmiştir5. Türkiye ve İran red oyu kullanırken; ABD, Fransa ve Sovyetler Birliği kabul ve İngiltere çekimser oy kullanmıştırlar.
Sonraki yıllarda birçok görüşme, toplantı yapılmış ve planlar hazırlanmıştır6. Bu çalışmaların sorunun çözümüne yönelik bir uluslararası hukuki zemin oluşturduğu söylenebilir. Bugün için henüz bir çözüm sağlanamamış olsa bile geleceğe yönelik çalışmaların da yine bu hukuki zemin üzerinden devam etmesi kabul gören bir anlayıştır.
Geleceğe yönelik çalışmalar bakımından birinci saptama, bu hukuksal zeminin varlığının ayırdına varmak olacaktır.
Bölge ülkelerinde genellikle tek adam/parti sistemleri etkin olmuştur. Ülkeler görüşme kanallarını açık tutmamış, uzlaşma ve çözüm üretme geleneğinden uzak bir anlayış sergilemişlerdir. Sorunları güç kullanarak çözme gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu husus bölge ülkelerinin bir girişim başlatarak çözüm üretme imkanını da ortadan kaldırmaktadır. Kaldı ki; yukarıda işaret edildiği gibi BM tarafından alınmış kararlar ve çözüm için çerçeve oluşturacak bir mevzuat bulunmaktadır ve bölgedeki ülkelerin de bütün bunları yok sayarak girişim başlatmaları da doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Sorun BM, ABD, AB, RF, ÇHC ve diğer birçok ülke tarafından da yakından izlenmektedir.
Dolayısıyla ikinci saptama, Filistin ile İsrail arasında bir sorun gibi görülüyor olmasına rağmen; başta BM olmak üzere bir çok uluslararası kurumun ve ülkenin de sorunun içerisine dahil ve yakından izlenen bir süreç olduğu gerçeğidir.
Ortadoğu coğrafyası 20nci yüzyılın başından bu güne değin barış, huzur ve istikrar kazanmamıştır. Bölge ülkelerinin demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti anlayışına uygun bir yönetme/yönetilme geleneği bulunmamaktadır. Geride kalan 50 yıl içerisinde ise terör ve düşük yoğunluklu çatışma anlayışı bölgede egemen olmuştur. Genellikle etnik ve dini zeminde oluşan ayrışma ve bölünmelerin yol açtığı terör olayları ve çatışmalar binlerce insanın ölmesine ve yüzbinlerce insanın da ülke içinde yer değiştirmesine ve/veya ülke dışına göç etmesine neden olmuştur. Günümüz itibarıyla bu ayrışma ve bölünmelerin sona erdirilmesi bölge ülkelerinin önemli sorumluluğu olarak ortaya çıkmıştır/çıkmaktadır.
Terör örgütlerine destek vermek suretiyle siyasi sonuçlar elde etmenin mümkün olamayacağı, düşük yoğunluklu çatışmaların ise ülkelerin kaynaklarında zafiyet yaratacağı ve yeni düşmanlıkların oluşmasına yol açacağı göz ardı edilmemelidir.
Üçüncü saptama, bölgede ayrışma ve bölünme sürecinin durdurularak; demokrasi, insan hakları ve hukuk zemininde uluslararası kurumlar ve ilgili ülkeler ile birlikte çözüm üretme sürecine geçilmesi ve/veya barış, güven ve huzur ortamı sağlayacak sürecin hızlandırılmasıdır/geliştirilmesidir.
Bölgedeki bu olumsuz gelişmeler elbette sadece siyasi değil aynı zamanda yeni ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Sorunların boyutlarının büyümesi bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin geleceğe yönelik her konuda önemli yeni sorunlar ile karşı karşıya kalmaları riskini ortaya çıkarmıştır.
Önemli ekonomik kayıplar yaşanmış, bölgedeki pazar koşulları ortadan kalkmıştır. Özellikle Türkiye’nin güneyinde devlet kontrolünün bulunmadığı (political vacuum) alanlar ortaya çıkmıştır.
Bölge ülkelerinde gerek ülke içerisinde ve gerekse ülke dışına önemli sayıda göç hareketleri yaşanmıştır. Bu göç hareketleri beraberinde yoksulluk ve yeni güvenlik sorunları da getirmek suretiyle devam etmektedir.
Göçler aynı zamanda etnik ve dini ayrışmanın da hızlanmasına ve etnik ve dini toplulukların belli bölgelerde yoğunlaşmasına neden olmuştur/olmaktadır. Bu da gelecekte yeni etnik/dini çatışmalara zemin oluşturmaktadır.
Ayrışmanın etnik/dini zeminde hız kazanması bölge ülkeleri arasında ve değişik sosyal gruplar arasında güven aşınmasına ve yeni güvenlik sorunlarının yaşanmasına da yol açabilecektir.
Dördüncü saptama, özel olarak Filistin sorunun ve genel olarak da bölgedeki sorunların sadece siyasi sonuçlar doğurmayacağı buna ek olarak yeni sosyal, ekonomik ve güvenlik sorunlarına da zemin oluşturacağı gerçeğidir.
Sonuç olarak;
“Filistin Davası” uzun soluklu bir sorun olarak varlığını devam ettirmektedir.
BM ve diğer uluslararası kurumların ve bölge dışı ülkelerin desteklediği/katkı verdiği çalışmalar henüz Filistinliler lehine bir kazanım sağlamamıştır. Ancak, bulunulan nokta itibarıyla uluslararası hukuk zemininden ayrılarak münferit çözüm arayışlarına girmek gibi bir anlayış da kabul edilebilir değildir.
Filistin tarafı parçalı bir görünüm içerisine girmiş, bir bütün olarak kendini temsil etme ve müzakereleri sürdürebilme imkanını kaybetmiştir.
Zaman içerisinde koşullar İsrail Devleti lehine gelişmiş ve İsrail bölgede durum üstünlüğü sağlamıştır. Bu üstün olma hali İsrail’in bir “Filistin Devleti” kurulması fikrine destek vermesinin de önünü tıkamıştır.
İsrail sağladığı bu durum üstünlüğü ile görüşmelerin devamlılığının da önünü kesmiştir. Orantısız güç kullanmak suretiyle Filistinlilerin (insan) haklarını ihlal eder bir noktaya gelmiştir. Yakın zamanda İsrail Parlamentosu tarafından gündeme getirilen ve İsrail Devleti’ni “etnik bir zemine” oturtma girişimi de ayrıca dikkat çekmiştir. Uyguladığı bu sertlik ve şiddet içeren politikası ile konuyu etnik bir zemine taşıma çabası İsrail dışında ve İsrail içinde tepki almaya başlamıştır7.
Bölge ülkelerinde “Arap Baharı” adı ile başlayan süreçler bu ülkelerde barış, huzur ve güven ortamının oluşmasına katkı sağlamamıştır. Aksine ülkelerde istikrarsızlık kalıcı hale gelmiş, ülkeler (düşük yoğunluklu) çatışma ortamına girmiş, kamu güvenliği ortadan kalkmış ve etnik/dini ayrışma süreci hız kazanmıştır.
Bu durum “Filistin Davasına” verilen desteğin aşınmasına ve gerilemesine neden olmuştur.
Gelişen bu koşullar Türkiye’nin geleneksel dış politikasında değişiklik yapmasına ve farklı yöntemler kullanarak özelde “Filistin Davası” genelde ise bölge sorunlarına çözüm üretme gibi anlayış geliştirmesine yol açmıştır. Ancak, bu çerçevede özellikle “Terör Örgütü Listesi” kapsamında adı geçen ve geçmeyen örgütler ile temas kurmak suretiyle girişimlerde bulunulması uluslararası toplum tarafından endişe ile karşılanmıştır.
Bölgede ortaya çıkan siyasi ve idari boşluklar Türkiye’yi sorumluluk almaya zorunlu kılmıştır.
Bütün bu gelişmeler gerek “Filistin Davası” ve gerekse bölge sorunlarının çözümünü kolaylaştırmak yerine sorunların boyutlarının da büyümesine neden olmuştur.
Sorunların sadece siyasi boyut ile sınırlı kalmayıp giderek sosyal, ekonomik ve güvenlik boyutlarına da intikal etmesi gelecek bakımından kaygı ve endişelerin artmasına yol açmıştır/açmaktadır.
Başta bölgedeki büyük ve önemli ülke konumunda bulunan Türkiye ile İsrail olmak üzere gerek “Filistin Davası” ve gerekse ortaya çıkmış olan diğer bütün sorunlar bakımından bölge ülkelerinin sağduyu ile hareket etmeleri ve geleceğe yönelik risk azaltıcı bir siyaset geliştirmeleri bölgedeki barış, huzur ve güven ortamı için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bölgeye barış, huzur ve güven getirecek çalışmaların bölge ülkeleri ile birlikte ve başta BM olmak üzere uluslararası kurumlar ve bölge dışı güç merkezleri ile uyum içerisinde yürütülmesi en doğru yaklaşım olarak dikkate alınmalıdır.
Av. Reha Taşkesen
10.12.2014, Ankara
Hits: 2043