YÜRÜYÜŞ, DİRENİŞE DÖNÜŞTÜ
~ 31.05.2011, Yeni Yaklaşımlar ~
YAŞAM İÇİN DİRENİŞ!
31.05.2011
“Aradan bugün itibariyle 11 gün geçti. “Anadolu'yu vermeyeceğiz” diye yola çıktılar ama yollarına barikatlar kuruldu, önlerine engeller çıkartıldı her türden. Büyük Anadolu Yürüyüşçüleri'nin Ankara Gölbaşındaki zorunlu ikametleri bugün 11 inci gününde. “Ya biz gidelim, ya onlar gelsin” diyerek yetkililere seslenmeye devam eden yürüyüşçüler, gerekirse 1 - 2 yıl kalırız mesajı veriyorlar. Dağlar, ovalar, dereler ve tüm canlılar için yola koyulan yürüyüşçüler, hafta sonunda tüm destekçilerini açık hava toplantısına bekliyorlar.
Onları, başlattıkları oturma eylemlerini desteklemek için hafta sonunda “Volkswagen Ankara Fan Club üyeleri”, ziyaret etti.
Direnişçiler her şeye karşın seslerini duyurmakta kararlılar. “Bugüne kadar geliştirilen dayanışmayı pekiştirmek, sesimizi daha da gür duyurmak için tüm destekçilerimizle 04-05 Haziran 2011 tarihlerinde Gölbaşı’ndaki kamp alanında buluşuyoruz.
Sizleri, tüm vatandaşları, duyarlı insanları direnişimize destek vermeye çağırıyoruz.” diyorlar.
Saygılarımla,
Av. Muazzez Çörtelek
23 Mayıs 2011
POLİS YÜRÜYÜŞÇÜLERİ ANKARA'YA SOKMADI
“Anadolu'yu Vermeyeceğiz” sloganıyla 2 Nisan'da yola çıkan ve Ankara'nın Gölbaşı İlçesi'nde buluşan çevreci grupların Ankara’ya yürüyüşlerine polis, 21.05.2011 cumartesi sabahı olduğu gibi aynı gün öğleden sonra da izin vermedi.
Doğaya ve canlı yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması için 43 gün önce başlatılan yürüyüşe, Türkiye'nin her bölgesinden katılan ve Çankaya'ya yürümek isteyen kervancı eylemcilerin polisin izin vermemesi üzerine Ankara, Gölbaşı Konya Yolu 23'üncü kilometrede Mogan Gölü kıyısında oturma eylemini sürdürdükleri, Ankara Emniyet Müdürlüğü, Çevik Kuvvet ekiplerinin ise barikat kurarak güvenlik önlemi aldığı çeşitli ajansların haberlerinden anlaşıldı. Çevrecilerin oturma eyleminin ne kadar süreceği bilinmiyor.
Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı yaklaşık 200 polis, çevreci kervancı eylemcilerle birlikte Mogan Gölü kıyısında konaklıyorlar. K
ervancı çevreciler, yemek ve çaylarını da yaktıkları ateşle pişiriyorlar, türkü ve şarkılar eşliğinde bekleyişlerini sürdürüyorlar. Ancak
eylemlerinin üçüncü gününde bu kez de polisin ’tuvalet’ ve ’su’ engellemesi ile karşılaştılar.
Polis, Çankaya Belediyesi’nin Gölbaşı’ndaki araziye gönderdiği seyyar tuvaletlerin kurulmasına izin vermedi. Grup ile polis arasında sözlü tartışma yaşandı.
Yeni Yaklaşımlar
Çevrecilere Ankara Barosu da Destek Verdi
24 Mayıs 2011
Doğaya ve canlı yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması için 'Anadolu'yu Vermeyeceğiz' sloganı ile düzenlenen 'Büyük Anadolu Yürüyüşü'ne katılan ve Ankara'ya sokulmayıp Gölbaşı İlçesi'nde durdurulan çevrecilere siyasilerden sonra Ankara Barosu da destek verdi.
Doğaya ve canlı yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması için 'Anadolu'yu Vermeyeceğiz' sloganı ile düzenlenen 'Büyük Anadolu Yürüyüşü'ne katılan ve Ankara'ya sokulmayıp Gölbaşı İlçesi'nde durdurulan çevrecilere siyasilerden sonra Ankara Barosu da destek verdi. Çadır kuran çevrecileri, bir grup avukat ziyaret ederek destek verdi. Ankara Barosu, çevrecilere yiyecek desteğinde de bulundu.
Yörük çadırında bir süre oturan Ankara Barosu Yönetim Kurulu üyesi Erol Yılmaz Aras ile milletvekili adayları, Erdoğan Karakuş ve Ceyhun Mumcu, çevrecilere destek mesajları verdiler. Ankara Barosu adına konuşan Yönetim Kurulu üyesi avukat Erol Yılmaz Aras, Büyük Anadolu Yürüyüşü'ne katılan çevrecilerin haklı davalarında her zaman yanlarında olduklarını belirtirken, polis yetkilileriyle görüşüp, Çankaya'ya neden gönderilmediklerini sordu. 'Yağmur' ve 'Bulut' adlı develeriyle birlikte yürüyüşün başını çeken 'Kervanbaşı' ve 'Yörük Ana' olarak anılan Sarı Keçililer Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran, ziyaretçilere şikayetlerini dile getirdi. Büyük Anadolu Yürüşçüleri adına yapılan basın açıklamasında ise şöyle denildi:
"Bizler derelerimizin HES şirketlerine, dağlarımızın madencilere, ormanlarımızın arazi talancılarına, temiz havamızın nükleer ve termik santrallere, yerli tohumlarımızın hibrit ve GDO'lu tohumlara, yerli ırk hayvanlarımızın ithal ırk hayvanlara kurban edilmesine göz yumamazdık. Binlerce yıllık kültürel mirasımızın yok edilmesine sessiz kalamazdık. Doğal varlıklarımızı bir rant kapısı olarak gören, yanlış enerji ve kalkınma politikalarını protesto etmek, yok edilen doğamızı ve kültürümüzü yaşatmak amacıyla 2 Nisan'da başlattığımız Büyük Anadolu Yürüşü kapsamında, Türkiye'nin 11 ayrı bölgesinden yola çıkan kervanlar halinde binlerce kilometre yol yürüyerek 20 Mayıs'ta Ankara Gölbaşı'na geldik. Yürüyüşümüze izin verilmemesi nedeniyle zor şartlar altında çadırlarda yaşamak zorunda bırakılan bizlere destek vermek için gelen araçların kamp alanına girmesi engelleniyor. Haklı davamızda Ankara'da feryatlarımıza kulak tıkayanlara ve kamuoyuna anlatmak için çıktığımız yolculuğumuza hiçbir resmi tebligat gösterilmeden konulan bu kanunsuz engelin acilen kaldırılmasını istiyoruz. "
http://www.ankarabarosu.org.tr/Detay.aspx?SYF=6177
BÜYÜK ANADOLU YÜRÜYÜŞÜ’NE ÇAĞRI
20 Mayıs 2011
Biz, Anadolu insanları Nisan 2011’de köylerimiz, kasabalarımız ve şehirlerimizden çıkarak Ankara’ya yürümeye karar verdik.
Çünkü binlerce yıldır insan uygarlığının beşiği olan Anadolu, bugün eşi görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya.Ancak dünya, bu büyük yıkımın farkında değil.
Son on yıl içinde tüm sularımız enerji şirketlerinin eline geçti. Üzerlerine binlerce HES ve baraj kuruluyor. Dağlarımız maden şirketleri tarafından parsellendi, delik deşik ediliyor. Yaşamımız, nükleer ve termik santrallerle tehlike altında. Feryadımızı duyan yok. Binlerce yıldır ekip biçtiğimiz tohumlar, yok olmaya başladı. Ormanlarımız, parça parça kesiliyor.
Bu yıkım sonucunda, tüm insanlığın ortak mirası, dünyanın en eski yerleşim yerleri sular altında kalıyor. Sayısız hayvan ve bitki türünün nesli tükeniyor.
İnsanımız, doğduğu bereketli topraklarda artık doyamıyor. Köyünü, ata toprağını terk ediyor. Binlerce insan şehirlere göç ediyor ve kadim Anadolu kültürleri birer birer yok oluyor. Hızla kalabalıklaşan şehirlerimizde yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor, maddi ve manevi bedeli artıyor.
Yalnızca bir avuç insanın menfaatini gözeten bu düzen, doğayı, insanları ve kültürümüzü hiçe sayarak Anadolu’nun dört bir yanını işgal etmeye devam ediyor.
Bu toprakları yönetenler, bu yıkıma karşı çıkanların çığlığına kulak tıkıyor ve yıkımı daha da çoğaltıyor. Anlıyoruz ki, onların gözünde artık köklerimizin hiçbir değeri yok.
Bu nedenle biz, Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz!
Biliyoruz ki, her şeyimizi kaybettiğimizde, çalışıp yeniden ayağa kalkabiliriz. Ancak doğamızı kaybettiğimizde asla!
Vicdan sahibi herkesle buluşarak yedi ayrı koldan, 40 gün 40 gece Anadolu’yu arşınlıyoruz ve nehirler gibi akarak Ankara’ya yürüyoruz. Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam hakkımız için yürüyoruz.
Suyumuzu, doğamızı, köklerimizi ve Anadolu’yu geri alana kadar, dönmüyoruz.
Hiçbir dil, din, ırk ve siyasi görüş ayrımı gözetmeden, tüm Anadolu insanlarını ve dünya insanlığını bu yürüyüşe katılmaya davet ediyoruz.
ANADOLU'YU VERMEYECEĞİZ!
MANİFESTO
Gezegenimiz, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte tarihte görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya. İnsanoğlunun aşırı tüketime dayalı bugünkü yaşam şekli nedeniyle ortaya çıkan doğa yıkımı, geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Her on üç dakikada bir, yeryüzünde bir canlı türü daha yok oluyor. Günümüz insanı, var olmanın yegâne yolunu ihtiyacının fazlasını üretmek ve tüketmek olarak görüyor. Bu anlayış, doğa üzerinde egemenlik mantığını temel alan sonu gelmeyen bir kâr hırsıyla tüm yaşam kaynaklarımızı metaya dönüştürüyor. Sınırsız tüketime dayalı bu sistemin Türkiye’deki yansıması, çok daha korkunç bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır: Son elli yılda yok edilen sulak alanlarımızın büyüklüğü Marmara Denizi’nin büyüklüğünü geçti. Yani 60’lı yıllardan bu yana sulak alanlarımızın %40’ını kaybettik.
Dağlarımız, son on yılda verilen 40 binden fazla maden ruhsatıyla maden şirketlerine tahsis edildi. 2B yasası tasarısı ile ormanlarımızın satışı için düğmeye basıldı. Yakın zamana dek kendi kendine yetebilen nadir toplumlardan biriyken, yanlış tarım politikaları nedeniyle yediğimiz ekmeğin buğdayını bile ithal eder hale geldik. Yanlış tarım politikaları sonucunda doğduğu topraklarda doyamaz hale getirilen köylü nüfusun kırsal alanlardan şehre göç etmesiyle insansızlaşan topraklarımız, GDO’lu tohumlara ve rant peşindeki büyük tarım şirketlerine terk edildi. Bugüne kadar kanunları eğip bükerek el konulmaya çalışılan kıyılarımız, yaylalarımız, ormanlarımız; hazırlanan yeni kanunlarla satışa çıkarılıyor. Toprağımıza ektiğimiz tohumdan çocuklarımıza yedirdiğimiz mamaya, enerji üreten santrallerde kullanılan makinelerden üzerimize giydiğimiz kıyafetlere kadar hemen her ürünü ithal ettiğimiz unutulup; enerjide dışa bağımlılığı giderme adı altında bütün akarsularımız ve vadilerimiz yağmalanıyor.
Anadolu derelerinin tamamına yakını üstüne hidroelektrik santral yapılması amacıyla şirketlere satıldı. Sayısı 2000’in üzerinde olan bu santraller hayata geçirildiği taktirde Anadolu’da akan tüm dereler, borular ya da tünellere hapsedilmiş olacak. Sayıları her geçen gün artan termik santrallere bir de nükleer santral projeleri eklendi. Artık çocuklarımızın geleceği de ipotek altında. Kendi imkânlarımızla ürettiğimiz son ürünlerle birlikte, bu ürünleri üretenlerin kültürü ve geleneksel yaşam biçimi de yok ediliyor.
Artık bir seçim yapmak zorundayız: Ya sınır tanımayan tüketim alışkanlıklarımızı sürdürerek, doğayla birlikte kendimizi de yok edeceğiz ya da onunla uyumlu bir yaşamı seçeceğiz.
Doğanın varoluşuna, binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olan uygarlıklara, ait olduğumuz topluma ve gelecek nesillere karşı duyduğumuz vicdani sorumluluğun gereği olarak, biz ikincisini seçiyoruz. Doğası ve yaşam alanlarıyla birlikte, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bizler şu gerçeklerin altını çiziyoruz:
- Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır.?
- Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.
- Doğa canlı bir varlıktır. İnsanlar, şirketler veya devletler doğanın sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamaz.
- Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir. *Kendinden sonraki nesillerin ve diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğa anayı; onun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.
- Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun ve uygulama kabul edilemez.
- Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni olamaz. ‘Sürdürülebilir kalkınma’, ‘koruma kullanma dengesi’, ‘üstün kamu yararı‘ gibi kavramlar doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.?
Bu ilkeler doğrultusunda, aşağıda sıraladığımız adımların gerçekleşmesi için harekete geçiyoruz:
- Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli, ‘doğa anamızın yaşama hakkı’ anayasal güvence altına alınmalıdır.
- ‘Her insan doğduğu yerde doyabilmeli’ ilkesinden yola çıkarak, kırsalda yaşayan insanların büyük kentlere göçünü engelleyecek ve geleneksel yaşam biçimlerimizi destekleyecek düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
- Kırsal yaşamımızı, kültürel mirasımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi tehdit eden, kâr hırsıyla hazırlanmış hidroelektrik santral (HES) ve baraj projelerinin tamamı durdurulmalıdır. #Bugüne kadar yapılmış uygulamaların doğal alanlarımız üzerinde yarattığı yıkımı giderecek çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
- Ormanlarımızın yok olmasının önünü açacak 2B yasal düzenlemeleri derhal geri çekilmeli, ormanların özelleştirilmesine dair hazırlıklar durdurulmalıdır.
- Ne koruma alanlarını, ne tarım alanlarını ne de canlı yaşamını dikkate alan madencilik faaliyetleri durdurulmalı, bu faaliyetlerin ekosistem üzerindeki etkisi göz ardı edilerek verilmiş tüm maden ruhsatları iptal edilmelidir.
- Toprakların verimsizleşmesine, temel geçim kaynağı tarım olan köylünün yoksullaşmasına ve su kaynaklarının aşırı kullanımına neden olan yanlış tarım politikaları terk edilmeli; tüm tarımsal faaliyetlerde doğanın dengesini gözetilmeli ve doğru yerde doğru ürün ilkesi benimsenmelidir.
- Tüm canlı yaşamını tehdit eden hibrit tohumların, GDO’lu ürünlerin ve üretimde kullanılan her türlü kimyasal maddenin kullanımı durdurulmalıdır.
- Bizden önce bu topraklarda yaşamış onlarca uygarlıktan günümüze miras kalan Hasankeyf gibi nice kültürel zenginliğimizi tehdit eden projeler ve uygulamalar derhal durdurulmalıdır. #Sadece bize değil tüm insanlığa ait bu değerler itinayla korunmalı, gelecek kuşaklara en iyi şekilde aktarılması için gerekli çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
- Sosyal ve ekolojik maliyeti gözardı edilerek planlanan ve şehirlere daha büyük göç dalgalarının gelmesine yol açacak otoyol, köprü ve konut projeleri durdurulmalı, karbon salınımını azaltacak demiryolu ulaşımı geliştirilmeli ve yaygınlaştırmalıdır.
- Var olanlara her geçen gün bir yenisi eklenen, doğaya verdikleri zarar tartışılmaz termik santraller ve nükleer santral yatırımları derhal durdurulmalıdır.
- Çevre ve Orman Bakanlığı’nın izniyle, doğayı yok eden şirketler tarafından finanse edilen özel firmalar tarafından hazırlanan ÇED raporları ve buna izin veren ÇED Yönetmeliği derhal iptal edilmelidir. Doğanın hassas dengesi, kamuoyu vicdanı, sivil toplum kuruluşları ve yerel halkın kanaatinin dikkate alınmadığı hiçbir projeye onay verilmemelidir.
- Tüm koruma alanlarını ticari yatırımlara açan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı geri çekilmeli, Yenilenebilir Enerji Kanunu derhal iptal edilmelidir. Var olan koruma alanlarının statüleri güçlendirilmeli; biyolojik çeşitliliği korumak için önemli doğa alanlarına hızla koruma statüsü kazandırılmalıdır.
- Özel şirketlerin ve kamu kurumlarının doğayı katletmesinin önünü açan ‘kirleten öder’ mantığı ve uygulaması terk edilmeli, doğaya zarar verenlerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
- Yaptığı yatırımlarla doğanın dengesine müdahale eden icracı bir kuruluş niteliğindeki Devlet Su İşleri (DSİ) ile doğayı korumakla yükümlü Çevre ve Orman Bakanlığı’nı aynı çatı altında birleştiren yapı derhal değiştirilmelidir. Çevre ve Orman Bakanlığı, şirketlerin çıkarlarını savunmak yerine; asli görevi olan, doğayı koruma görevini yerine getirmelidir.
Kendini doğa ananın sahibi değil bir parçası olarak gören bizler :
İçinde var olduğumuz doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, yukarıda sıraladığımız ilkeleri ve talepleri karşılamayan, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve bunların uygulamalarının tümünü reddediyoruz. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz. Var olan idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair inancımız kalmadığından; halk olarak bu gidişe dur diyor, parçası olduğumuz doğa anamızın haklarıyla birlikte kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa kalkıyoruz;
Nisan 2011 itibariyle vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden yola çıkıyor, Türkiye’nin dört bir yanından 40 gün 40 gece yol alacak kervanlar halinde Ankara’ya yürüyoruz. Ve taleplerimiz yerine getirilene kadar geri dönmüyoruz. Doğanın hassas dengesini korumanın, insan olarak vicdani sorumluluğumuz olduğunu düşünen herkesi bu hareketi desteklemeye çağırıyoruz.
ANADOLU'YU VERMEYECEĞİZ!
Hits: 2128