Seçim dili, Anayasa düşmanı...

Seçimler, demokratik rejimin yeterli olmasa da gerekli ön koşulu.  Kuşkusuz, seçimlerin de ön koşulları var: seçilenler açısından aday olma özgürlüğü; seçmenler için, özgür tercihte bulunma ve oyun yasama meclisine  adil biçimde yansıması.

Bizde, her ikisi de eksik: aday olma, ancak liderin icazeti ile mümkün. Seçmenler için oy, plebisite dönüşüyor: oy, partiye ve lidere verilmiş oluyor. Bu şekilde “irade zorlaması” yoluyla verilen oy bile, partisi barajı aşamaz ise, bir başka partiye yarıyor. Demokratik olmayan halkalar zinciri uzayıp gidiyor…

Öyle ki,  parti yöneticileri, adaylar konusunda son sözü söyledikleri gibi, adayların seçim bölgelerini bile değiştirebilmekte: Bir Edirneli Hakkâri’den, bir Muğlalı da Artvin’den aday gösterilebiliyor. Bu uygulama, yerel demokrasi ilkesine ve ulusal demokrasinin yerel deneyimden geçtiği fikir ve uygulamasına tamamen yabancı. Bu aday gösterme tarzı, siyasal partilerin “yerelden ulusala” demokratikleşme gereğine ne kadar yabancı olduklarını göstermiyor mu?

Temsil sorunu nedeniyle, “kurulu meclis sıfatıyla TBMM, anayasayı yenileyemez” görüşü yaygın. Buna karşılık, 12 Haziran’dan sonra yeni anayasa çalışmasının başlayacağı yolundaki söylem de, gündemde tutuluyor.

Demokratik engel ve ciddi zaaflara karşın, seçim  konuşmaları, “anayasa ekseni”ne dayandırılabilseydi, hiç değilse, bu konuda bir fikrî hazırlıktan söz edilebilirdi. Böyle bir beklentinin gerçekleşmesi bir yana, kampanya dili,  tam tersine, anayasal tartışma ortamından uzaklaştırıcı bir etki yaratıyor.

Siyasal söylem, iki konu veya sorun etrafında dönüyor: biri din (öte dünya), diğeri seks (belden aşağı).

Bir liderce dillendirilen “Allah” , öbürü için ilahi söylemi gündemin ön sıralarına yerleştirme vesilesi olabiliyor. Bir adayın, “her insan ölümü bir gün tadacaktır” cümlesini sorgulaması, dinsel cehalet yaftası ile “kefenli” seçim meydanlarının  malzemesi olabiliyor. Oysa, eğer ölüm tadılacak bir olgu ise, bunu tatma amacına yönelik intiharlar meşrulaştırılmış olmuyor mu?

MHP’lilerle ilgili gizli kameraya alınmış seks kasetleri üzerine inşa edilen söylem, seçim kampanyasında, anayasaya göre daha ağırlıklı bir yer tutuyor. Bir yandan, adı geçen parti sıkıştırılırken, öte yandan, özel yaşam-cinsel yaşam üzerine topluma “ahlâk dersleri” veriliyor.

Özel ve gizli yaşam, aile kavramına indirgeniyor. Cinsel yaşamda, yasallık ve meşruluk kavramları birbirine karıştırılıyor. Ama bu da, sonuçta dinsel söylemi pekiştiriyor. İnsan hakları üzerine inşa edilen bir hukuk düzeni yerine, manevî-muhafazakâr ve dindar bir yaşam tarzı  şırınga ediliyor.

Seçim barajı nedeniyle, BDP seçimlere -parti olarak- giremezken, MHP de baraj yoluyla saf dışı edilmeye çalışılıyor. Seçim sistemi ve bunu kullanım tarzı, küçük partileri haktan yoksun kılarken, büyük partilerin iktidarlarını -haksız ve siyasal etiğe aykırı olarak- pekiştirmelerine ortam hazırlıyor.

Ya anayasa? Yani, “ İktidarı kısıtlamak ve özgürlükleri pekiştirmek” ikileminin neresindeyiz? Seçimler öncesinde bolca iktidar var, hem de “demokratik olmayan”; özgürlüklere gelince, var olduğu kadarıyla bile,  öğütülmeye devam ediliyor.

Böyle bir sürecin ardından, oluşacak TBMM’nin anayasa yapabileceğini beyan eden ve bunun ideolojisiz olması gerektiğini vurgulayanlara sormak gerekir: daha çok iktidar, daha az özgürlük ortamında iktidar yörüngesine girmek, daha baştan siyasal ve ideolojik tercih yapmak anlamına gelmiyor mu?

Bilimsel ahlak ile belden aşağı ahlâk anlayışı arasında –iktidara eklemlenmiş- bir “ideolojisiz buluşma”, Türkiye toplumunu hiçbir zaman, “iktidarı özgürlüklerin hizmetine koyan” bir anayasa hedefine götüremez…

Evet, seçim söylemi, demokratik düzeyin en alt eşiğinde ve adeta yeni anayasaya giden yolun nasıl olmaması gerektiğini teyit edici. Böyle bir ortamdan, yeni bir anayasa değil; olsa olsa, 2007 ve 2010 değişikliklerinin devamı sayılabilecek ve iktidarı pekiştiren yeni değişiklikler çıkar…

Şu halde, öncelikle, yeni anayasa söyleminin, “iktidarı pekiştirme” paravanı olarak kullanılmasına karşı durmalı.

Üzerine gidilmesi gereken diğer konu ise şudur: anayasa, doğası gereği barışlandırıcı bir süreci ifade eder. Seçim öncesinde kullanılan siyasal dil ise, toplumdaki çatışmaları giderek derinleştirici ve ayrıştırıcı; bölünme, tepeden tahrik ediliyor, tabandan çok.

Sonuç olarak; Avrupa ölçeğinde bile oluşturulmaya çalışılan anayasa ortak dili, -çölleşmeye yüz tutan- Anadolu toprağında, tam tersine, buharlaşmaya devam ediyor...

(Birgün 19.05.2011)

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2013