Polisin üniversite kampüsü basıp öğrencilere saldırması Türkiye’nin “normal” demokrasisinde çoktan beri alışık olduğumuz bir manzaradır.
Alışık olunmayan ise aynı polisin öğrencilerle birlikte hocalarını da gözaltına almasıdır ve bize “ileri demokrasi”nin bir armağanıdır.
Geçtiğimiz günlerde polis, “rutin” faaliyetlerinden birini gerçekleştirerek Kobane eylemi bahanesiyle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi -namı diğer Mülkiye- kampüsüne (maalesef ki üniversite rektörünün izniyle) girdi ve bu sefer “rutin olmayan” bir şey yaptı.
Öğrencilerini polisin elinden almak için uğraşan ve üniversitede polise yer olmadığını söyleyen hocalar gözaltına alındılar ve kelepçelenerek emniyete götürüldüler.
Bu tabloyu tamamlayan ve Türkiye’deki rejimin karakteristiğini açık bir şekilde ortaya koyan görüntü ise polislerin bazılarının “rabia” ve “tekbir” işaretleriyle adeta bir zafer kutlaması yapmasıydı.
17 Aralık soruşturmasının birinci yıldönümüne çok az kalmışken, iktidar nihayet dosyayı kapatmayı başardı ve üstelik operasyonda gözaltına alınanlara tazminat ödenmesi durumu ortaya çıktı. Yani sadece yolsuzluğun üzeri örtülmedi; yapanlara üzerine para verilmesi de söz konusu oldu.
17 Aralık’ın üzerinin kapatıldığı gün, Haziran İsyanında polis kurşunuyla yaşamını yitiren Ethem Sarısülük’ün ailesi, çocuklarının katiline hakaret ettikleri gerekçesiyle sanık sandalyesine oturtulmuş, yargılanıyorlardı.
Dahası Sarısülük ailesi için istenen ceza Ethem’in katilinin cezasından daha da fazlaydı.
Türkiye’de polis her zaman “politik bir odak” ve üstelik sağ iktidarların gözbebeği olmuştur. Şimdilerde çoktan vazgeçmiş olsa da ordunun kendisini “Cumhuriyet’in bekçisi” olarak görmesi nedeniyle, sağ iktidarların orduyla gerilimli bir ilişkisi olmuş, polisi ise arka bahçeleri olarak görmüşlerdir.
Sadece sağ iktidarlar değil, dinsel örgütlenmeler de poliste örgütlenme ve kadrolaşmayı politik bir strateji olarak benimsemişler ve bunlardan en başarılısı da Cemaat olmuştur.
Zaten 17 Aralık Operasyonu da tıpkı daha önceki KCK, Ergenekon, Balyoz operasyonları gibi Cemaatin emniyet-yargı entegre gücü sayesinde gerçekleşmiş, AKP-C kavgası başladığında ise Cemaat bu silahı, bir bumerang misali, koalisyon ortağına yöneltmiştir.
Peki geldiğimiz nokta neresidir? Geldiğimiz nokta, bumerangın esas sahibini, üstelik eski ortağı eliyle dönüp vurmuş olmasıdır. Cemaatin emniyet-yargı entegre yapısı büyük ölçüde çökertildikten sonra, bu sefer bu iki mekanizma AKP tarafından Cemaat mensuplarının tutuklanması amacıyla kullanılmıştır.
“Silivri’ye gönderenlerin Silivri’ye gönderilmesi süreci” de diyebiliriz buna.
HSYK seçimlerinden bir tür ittifakla da olsa AKP’nin zaferiyle çıkılması ve hemen ardından gündeme getirilen “iç güvenlik yasası” olgusu da yaşananlara eklendiğinde görünüm iyiden iyiye netleşmektedir.
Geldiğimiz nokta, parti-devleti rejiminin inşasında, büyük ölçüde ele geçirilmiş olan yargıyla “rabia” selamı verir hale gelmiş bir polis aygıtının entegrasyon sürecidir.
Dolayısıyla Cemaatin entegre emniyet-yargı aygıtının yerini iktidar partisinin entegre emniyet-yargı aygıtı almaktadır.
“Polis rejimin teminatıdır” Erdoğan’ın yıllar önce sarf ettiği bir sözdü ve bu sözün gerçek anlamına ancak bugün kavuşmak üzere olduğunu görebiliyoruz.
Artık polis Cemaat tasfiyeleri ve HSYK seçimiyle birlikte, bir de buna yasal yetkilerinin en uç noktaya taşınmasını da ekleyecek olursak gerçek anlamda rejimin teminatı haline gelmiş durumdadır.
Parti-devleti rejiminin teminatı…
yurtgazetesi