Bir merhaba demeden başlamayayım. Bundan sonra her pazartesi bu köşede, Fırat’ın doğusundan süzülenleri okuyacaksınız değerli soL okurları. Bugüne kadar aklımıza fikrimize güç veren soL gazetesine okuyucusundan gelen katkının yazarlık alanını da kapsaması, “işte gazetemiz budur” dedirttirmez mi? Okuyucusunu yazarlığa taşıyan bir gazete, memleketi de başka bir yere taşır. Burada buluştuğumuz gibi orada da buluşacağımıza eminim.
Köşemin adı Hevra. Hevra Kürtçe beraberce demek. Bunu sadece bir tercüme ihtiyacı olarak yazmıyor, bir ana fikri vurgulamak için de belirtiyorum. Ümmet, ırk ve sermaye üçgeninde bir yanıltmaya, Tekel ve Haziran direnişlerinde pusulaya dönen bu kavramı başa yazdım. Başımızdan eksik olmasın istedim...
İlk yazının konusu iki gün önceden kalma. Reyhanlı ve Roboski katliamlarının bir muhasebesini yapacakken başbakan ve benim de meslek örgütüm olan Türkiye Barolar Birliği’nin başkanı arasındaki diyaloglardan alamadım kendimi. Tayyip’in oyununa gelmeyeyim, gündemimi saptırmasına izin vermeyim dedim ama başaramadım. Ve o kürsüde ilk defa Metin Feyzioğlu’nun yerine koydum kendimi.
Bir kere Feyzioğlu’nun gerçekten edepli olduğunun hakkını verip, “edepsizliğimi” son damlasına kadar kullanır buldum kendimi. Başbakan ilk narayı attığında “kızmayın” demez, “çok mu rahatsız oldunuz” derdim. Yapıcı bir konuşma zaten yapmazdım ama, edepsizliğime örnek olarak “Van’da neler yapıldığından haberiniz var mı?” kükreyişine, “var” derdim. Hem de nasıl var! Onları depremzede değil, müşteri yerine koydunuz. Neredeyse tüm depremzedelere TOKİ icraları gelmeye başladı. Şu an bazı depremzedeler Ankara’ya yürüyor. “Hadi tüm bunları geç ve sen söyle bakalım, O halde Van’da sen niye kazanamadın bakalım” derdim.
“Yetmiş altı milyonun cumhurbaşkanını biz halk olarak seçemiyoruz” derdim, tam iki kere. Yirmi milletvekili kimi isterse onu koyacaksınız önümüze derdim. Cumhurbaşkanı olmak istiyorsunuz biliyorum ama herkesi kucaklamak ne kelime, kucağınızda boğmaya devam edeceğinizi lafınıza değil icraatlarınıza bakarak görmek zor değili üstüne basa basa deyiverirdim. Ha o ara, baktım ki cumhurbaşkanı onun elini, kolunu falan tutuyor. Bir laf da ona ediverir, bu defa başbakan ile cumhurbaşkanının ellerinin birbirine karışması karşısında ön sıralardakinin ellerine bakmaya başlayıverirdim.
Ayağa kalkıp “siyasi konuşuyorsun” der demez “çok doğru” ve “tam üstüne bastın” derdim. Çünkü bizim üzerimize bastın. Roboski ve Reyhanlı’da halkın üstüne bastın. Suriye gibi bir ülkenin üstüne bastın, polise destan yazdırdın ya, gençlerimizin üzerine bastın. Kürtajla, içkiyle, etek boyuyla yaşam tarzımızın üzerine bastın. Ayağını kaldırdığında yargılanacağını çok iyi biliyorsun. “Savaş suçlususun; şimdi hukuki oldu mu?” derdim.
Üstüme yürüyecekken tam, yanımda bulundurmayı akıl ettiğim (Şerafettin Halis’in müthiş örneğidir) önü düğmeli cüppeyi çıkarır, “Senin istediğin bu” der, kendi cüppemi de çıkarır, mikrofon direğine asar, oradan ben çıkardım.
Dalıp gittiğim görüntülerden kafamı kaldırdığımda ise iki defa rahatladım. Ne iyi ki “bunu beraber yapmaya başlamak” daha başlangıç...