İhtilal başarıya ulaştıktan hemen sonra, Bay Jones’un sahibi olduğu çiftliğin kapısının en üstündeki ‘Beylik Çiftliği’ adı karalandı ve yerine ‘Hayvan Çiftliği’ yazıldı. Daha sonra hayvancılığın temel ilkelerini içeren ve domuzlar tarafından uzun süren uğraşlar sonunda bir araya getirilen aşağıdaki yedi emir, ‘Beylik Çiftliği’nin katran kaplı ambarının duvarlarına, yirmi otuz metre uzaklıktan okunabilen iri beyaz harflerle yazıldı.
İki ayağı üzerinde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
Dört ayağı üzerinde yürüyen ya da kanatlan olan herkesi dost bileceksin.
Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
Hiçbir havyan yatakta yatmayacak.
Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
Hiçbir hayvan başka hayvanı öldürmeyecek.
Bütün hayvanlar eşittir.
İhtilaldan hemen sonra yatağında huzur içinde ölen çiftliğin saygın ve güçlü hayvanı olan ihtilalın lideri Koca Reis lakaplı kır erkek domuzun yerini alan Snowball, yukarıdaki yedi emre karşı kuşların çekincelerini göz önüne alarak çiftlikteki hayvanlara hitaben şu konuşmayı yaptı; ‘Kuşun kanadı, iş görmek için değil, hareket etmek için kullanılan bir organdır. Dolayısıyla, kanat, ayak olarak kabul edilmelidir. İnsanoğlunu farklı kılan, onun bütün şeytanlıkları yaptığı aleti olan elidir.’ Bu konuşmanın hemen ardından, yukarıdaki yedi emrin yazılı olduğu ambarın duvarına ve daha yukarısına, üstelik daha büyük harflerle ‘Dört ayak iyi, iki ayak kötü’ diye yazıldı. Bu en çok koyunların hoşuna gitti. Hemen ezberlediler ve çayırlarda uzanıp keyif çatarken hep birlikte ‘Dört ayak iyi, iki ayak kötü’ diye bıkmadan ve saatler boyunca melemeyi alışkanlık haline getirdiler.
Okuyanlarınız anımsamıştır, yukarıda kısaca özetine yer verdiğim hikaye, İngiliz edebiyatının usta ismi George Orwell’in, alt başlığı ‘Bir Peri Masalı’ olan ‘Hayvan Çiftliği’ isimli siyasal romanının bir bölümüdür.
George Orwell, anılan siyasi romanında, gerçek kişilerle aynılığı pek açık seçik olmamakla birlikte, dünya tarihinin yazımladığı en acımasız diktatörlerden olan Stalin’in öncülerinden olduğu Sovyet/Ekim Devrimine, ihanetini anlatır.
Romanda, çiftlikte yaşayan bir grup hayvanın kendilerini sömüren, kendilerine kötü davranan insanların yönetimine isyan edip onları devirdikten sonra eşitlik üzerine kurulu bir toplum oluşturmaları; zaman içinde hayvanların içinde daha zeki ve iktidar düşkünü olan ve aynı zamanda devrimin de önderliğini yapan domuzların yönetimi ele geçirerek ‘Bütün hayvanlar eşittir’ sloganı ile başlayan devrimi amacından saptırdıkları; ‘Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir’ anlayışıyla yıktıkları yönetimden daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurdukları anlatılır.
Domuzların getirdiği yeni düzenle birlikte, bütün hayvanların beraberce yıktıkları eski düzenden daha baskıcı, daha acımasız bir düzen kurulmuştur. Bu yeni düzende ‘Hayvan Çiftliği’nin yönetimini ele geçiren domuzlarla işbirliği yapan, onlarla ticari ilişki kuran iki insan vardır; Foxwood Çiftliğinin sahibi Bay Pilkington ile Finch field Çiftliğinin sahibi Bay Frederick.
Romanın en çarpıcı ve öğretici bölümü olan sonlarına doğru ‘Hayvan Çiftliği’nin yeni sahibi domuzlarla, Bay Pilkington ve. Bay Frederick, Çiftlik Evi’ndeki sofranın başında toplanmışlar ve zaferlerini kutlamaktadırlar. Çiftliğin ezilen hayvanları, korka korka eve doğru yaklaşırlar, yüzlerini pencerenin camına dayayarak içeride olup bitenleri izlemeye başlarlar.
Kadehini zafer için kaldıran Bay Pilkington günün anlam ve önemini ifade eden bir konuşma yapar ve şunları söyler; ‘Sizler aşağı kesimlerdeki hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız, bizler ise bizim aşağımızda olan insanlarla uğraşmak zorundayız.’
Çiftlikteki hayvanların Stalin’i olan Napolyon yaptığı cevabi konuşmaya ‘Beyler, bardaklarımızı bir kez daha şerefe kaldıracağız, ama bu kez Hayvan Çiftliği’nin şerefine değil! Bardaklarınızı ağzına kadar doldurun’ diye başlar ve ‘Haydi bakalım, beyler: Beylik Çiftliği’nin şerefine’ diyerek tamamlar.
Dışarıdaki hayvanlar bu sahneyi seyrederlerken, bir tuhaflık sezinlerler. Domuzların, yüzlerinde değişen bir şey vardır. Ama bunun ne olduğunu tam olarak çözemezler. Hayvanlar sessizce bulundukları yerden uzaklaşırlarken, içeridekiler iskambil kağıtlarını ellerine alırlar ve yarıda bıraktıkları oyuna devam ederler.
O arada çiftlik evinde bir gürültü kopar. Hayvanlar merakla ve hızla geri dönüp eve doğru koşarlar ve pencereden içeri bakarlar. Evde korkunç bir kavga başlamıştır. Bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, sert bakışlar, küfür kıyamet, hepsi vardır evin içinde. Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napolyon ile Bay Pilkington’un aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıdır.
Ve roman şu sözlerle biter; “İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.”
Ayırt edemiyorlardı. Zira insanlar domuzlara, domuzlar insanlara dönüşmüşlerdi.
George Orwell’in bu kitabını, Konya Maarif Koleji’nde son sınıf öğrencisi iken 1967 yılında İngiliz Dili ve Edebiyatı dersinde İngilizce olarak okumuştuk. Bu kitapla birlikte okuduğumuz diğer kitap ise, eşitlik temeline dayalı sınıfsız bir toplumun olamayacağı ana fikri üzerine kurulu olan ve insanın bilimsel denetim ile koşullanmadan kaçamayacağı gelecekteki bir dünyayı anlatan bilim-kurgu niteliğindeki kitapların en ilginçlerinden birisi olan Aldous Huxley’in “Brave New World/Cesur Yeni Dünya’ isimli romanıydı.
Henüz daha on yedi/on sekiz yaşında olan sol romantik gençler olarak, her iki kitabın da Amerikan propagandası yapılmak ve bizleri sol düşünceden soğutmak amacıyla Amerikalı hocamız Charles Lee tarafından özellikle seçilip okutulduğunu düşünüyorduk. Bu düşüncem, o günden bugüne çok fazla değişmedi. George Orwell’in yukarıda kısa bir özetini sunduğum “Hayvan Çiftliği’ isimli kitabını sonraki yıllarda birkaç kez daha okudum. Her okumam da kitaba ayrı anlamlar yükledim, kitaptan ayrı anlamlar çıkardım.
Yüklediğim ve çıkardığım bu anlamlardan birincisi, totaliter yapıların ve anlayışların ilki: hem yönetenleri ve hem de yönetilenleri insanlıktan nasıl çıkarttığı, insanların özgürlüklerini nasıl yitirdikleri; ikincisi ise en azından ekonomik anlamda eşitliğin sağlanmasının sadece bir ütopya olmasıydı.
Hiç kuşkusuz insanların ahlaki eşitliği, bu bağlamda her bir kişinin salt insan olması itibariyle başka kişilerle eşit değere sahip olması hepimizin kabul ettiği evrensel bir değerdir. Bu değer kişilerin sahip oldukları yeteneklerden, bireysel donanımlardan, buna bağlı olarak veya bir başka nedenle, örneğin miras yoluyla sahip oldukları avantajlardan bağımsız olarak vardır. Var olduğu için de, hukuk sistemi içerisindeki kuralları genel ve ayrım gütmeyen nitelikte olması, yani ‘yasa/hukuk önünde eşitlik’ olsun, temelde özgürlük yönünden işlevsel olan ve ‘herkesin onuru eşittir/özgürlük herkesin hakkıdır’ şeklinde formüle edebileceğimiz ‘eşit saygı ilkesi’ olsun, eşitlik kavramının emredici kullanımlarıdır. Bunların sağlanması ise ancak ve ancak hukuk devletinin/hukukun üstünlüğünün varlığı ile mümkündür.
Benim bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim totalitarizme gelince; bireysel ve toplumsal yaşamın her boyutunu, her alanını politize ederek ‘total iktidarı’ amaçlayan, her alana nüfuz eden ideolojik bir manipülasyona ve zorbalığa dayanan, her şeyi kapsayan bir siyasi yönetim biçimi olan totalitarizm, sivil toplumun ve özel olan her şeyin tamamen ortadan kaldırılmasını hedefler.
İngiliz siyaset bilimci Andrew Heywood, Liberte Yayınları tarafından “Siyaset’ adıyla Türkçeye de çevrilen “Politics” isimli kitabında totaliter rejimlerin/iktidarların ‘altı olgu sendromuyla’ teşhis edilebileceğini yazar ve bu sendromları şu şekilde sıralar: (1) bir resmi ideoloji (2) her şeye muktedir bir lider tarafından yönetilen tek parti devleti (3) kitle iletişim araçları tekeli (4) silahlı mücadele araçları tekeli (5) iktisadi hayatın bütün alanları üzerinde devlet denetimi (6) geçmişin unutturulması, bu amaçla insan hafızasının denetim altına alınması.
Bu altı sendromu ve bunların felsefi yönünü Hayvan Çiftliğinin usta yazarı George Orellll, bir diğer siyasi romanı olan “1984 ‘de büyük bir ustalıkla işler. Her şeyi denetim altında tutan ‘Big Brother/Büyük Abi’yi sevmek ve onunla mutlu olabilmek için ona kayıtsız şartsız itaat etmek gerekir. Geçmişin unutturulması, bireysel ve toplumsal hafızaların devletleştirilmesi, bütün bunların sağlanmasında yalanın bir siyasi araç olarak kullanılması işlerinde görevli ve yetkili kılman ‘Gerçekler Bakanlığı’ personelinin en önde gelen görevi; geçmişe ait her şeyi, eski kitap ve gazeteleri değiştirilmiş nüshalar halinde yeniden basmak ve böylece halkın her şeyi, olayları, sözleri, ölmüş kişileri ve eski yerlerin isimlerini unutmalarını sağlamaktır. Her ne kadar ‘Gerçekler Bakanlığı’ çalışanlarının geçmişi baştan başa değiştirme işinde ne dereceye kadar başarı gösterdiklerini Orwell kitabında çok fazla açıklamaz. Ama yine de bu konuda olağanüstü bir çaba gösterdiklerini ve önemli sayılabilecek sonuçlar elde ettiklerini büyük bir ustalıkla anlatır.
Bütün bunları neden mi yazdım? Demokrasi, hukuk devleti, hak ve özgürlükler hakkında bir farkındalık yaratmak için yazdım. Türkiye’nin, hadi totaliter demeyelim, otokrat bir rejime doğru süratle sürüklenmekte olduğu endişesi içinde olduğum için yazdım. Buna dikkat çekmek amacıyla yazdım.
Kuşkusuz askeri darbe tehlikesi falan yok. Türkiye o günleri aştı. Ama unutmamak gerekir ki, totalitarizm ya da otoriter rejimler günümüzde artık sadece askeri darbelerle gelmiyor. İngiliz İşçi Partisi üyesi Helena Kennedy’nin bir zamanlar dediği gibi: ‘Tyranny does notjust come in a uniform, it also comes in an Armani suıt.’ Yani “Otoriteıyanizm her zaman üniforma ile değil, bazen Armani takım elbise içinde de gelir”
Kendi ülkemizde, şiirimizin usta isimlerinden Melih Cevdet Anday’ın aynı isimli şiirindeki güzel ifadesiyle ‘’Rahatı Kaçan Ağaç’ olarak yaşamak istemiyorsak, demokrasiye, hukuk devletine sahip çıkalım, hak ve özgürlüklerimizin değerini bilelim ve onları koruyalım.
Amerikalı felsefeci Richard Rortfnin şu maksimini de hiç aklımızdan çıkarmayalım: ‘Eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmasını bilirler.’
Av. Vedat Ahsen Coşar