Piyasa ekonomisi ya da liberal düzende siyaset her zaman ekonominin gölgesinde kalmıştır.
Küresel ve onların etkisindeki yöresel güçler “bu işler böyle olacak” demiş, hükümetler de yapmışlardır.
İsteyerek mi?
O kadar da isteyerek değil tabii.
Çünkü bir tarafta küresel ve peşinden ayrılamayan yöresel sermayenin ağırlığı, diğer tarafta vereceği oya ihtiyaç duyulan halk.
Durum, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” olunca, kendini bu gücün rüzgarına kaptıranlarla bu gücü özellikle arkasına almak isteyen hükümetler, sermayenin kolayca karşı çıkamadıkları isteklerini halka değişik biçimlerde sunmaya, bunlara kulağa hoş gelen gerekçeler bulmaya çalışmışlardır..
Önce büyük güçlerin isteklerinden başlayalım.
Örneğin Türkiye’nin elindeki kamu işletmelerinin özelleştirmeleri, kolay kolay piyasaya düşürülemeyecek imtiyazları…
Sözde, bunlar verimsizdir, suistimale açıktır, devlet sanayicilik yapmaz, hazineye gelir getirir, bu parayla daha yararlı yatırımlar yapılır falan… İşte bu nedenlerle satılmalıdır derlerdi bize değil mi?
Hayır, küresel sermaye daha baştan bu işlere ve memleketteki pazar payına “göz koymuştur”, “bunu biz yapalım” demiştir de ondan satılmalıdır.
Türkiye bu güne kadar sattıklarıyla bundan sonra satacaklarının, dağıtılan imtiyazların hepsinin “sözünü” taa Dünya Ticaret Örgütü (GATT)a, İMF’e, OECD’ye girerken, daha 67 yıl öncesinden vermiştir.
Gidin bakın o belgelere;
İlk şekillenmeleri daha 1947 yılında başlayan GATT ne diyor?
Aşağıdaki konuları sen “sermayenin eline” bırakacaksın:
Telekom, posta hizmetleri, görsel ve işitsel iletişim hizmetleri de dahil olmak üzere
-iletişim
- İnşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetleri
- Eğitim
- Su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme
- Tüm çevresel hizmetler
- Finansal, Mali ve Bankacılık hizmetleri
- Sosyal hizmetleri de kapsayacak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler
- Turizm, seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi
- Kültürel ve sportif hizmetler
- Kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve
- Diğer hizmet alanları
İşte biz bunun altını imzaladık ve bizzat bizim Hazine’mizin ifadesiyle bu listeyi diğer imzacı ülkelerden daha da ileri ölçülerde uyguladık mı, uyguladık.
*
Gelelim IMF’ye.
Taa 1944 yılında ABD'nin New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods'da kurulan ve 1947'de fiilen çalışmaya başlayan; milletlerarası ekonomik meselelerle uğraşan, küresel finansal düzeni takip etmek, borsa, döviz kurları, ödeme planları gibi konularda denetim ve organizasyon yapmak, aynı zamanda teknik ve finansal destek sağlamak gibi görevleri bulunan bu uluslararası organizasyona 1947 Martında girip şartlarını kabul ettik mi, ettik!
Ne diyordu IMF bu şartlarda?
Benden borç para alsan da almasan da ben gelip senin ekonomini denetleyeceğim ve sana tavsiyelerde bulunacağım. Küresel sermayeye ekonomi karneni vereceğim. Sen de bu karnendeki hal ve gidiş notuna göre borç paraları ucuza ya da pahalıya alacak, bazı imkanlardan ona göre yararlanacaksın.
Ne oluyor bu gün?
-IMF’e borcumuz kalmadı, eyvallahımız da yok! Üstelik biz ona borç veriyoruz…
Hadi canım sende, ufak at civcivler de yesin.
Adamlar 2013 Eylülünde de geliyor Türkiye’ye ve “doğrudan yabancı yatırımları artırın” “para politikasında ilave sıkılaştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır” “faiz oranlarını yükseltin…” diyor.
Madem bir alışverişimiz kalmadı, bize karışamaz da, peki aramızdaki o anlaşmanın dördüncü maddesi niye “Sen bana karışma kardeşim” demeye izin vermiyor? Niye kendisine kuruş borcun olmasa bile Türkiye’den “salma” olarak 5 milyar dolar istiyor?
İstersen verme…
Bal gibi vereceksin ama “Biz artık onlara borç vermeye bile başladık” diye hem içeride böbürleneceksin hem bu parayı denkleştirmek için ona buna zam yapacaksın.
İşte küresel sermaye, bu kurumlarıyla taa o zamanlardan beri Türkiye’de pazarın kendisine açılmasını, açılan pazardaki iş gücünün kendisine ucuza gelmesini, her dediğinin hükümetlerce yapılmasını ister. “Nasıl istiyorsanız öyle yapalım” diyen hükümetleri destekler, “Niye yapalım ki” diye itiraz edeni köstekler. Siyaset denk geldikçe de bunları yaptırarak içeriye doğru birkaç adım daha girer.
*
Bu çerçeveyi çizdikten sonra, artık gelelim gündemdeki meseleye.
Gazetelerde okuyoruz: IMF şimdi bize iş gücü piyasasının “işleyişini” iyileştirin, rekabet gücünüzü artırın falan diyor ya, demek istediğinin Türkçesi şu; “Ücretleri bir şekilde daha da aşağıya düşürün!”
Yapmasan olmaz, ipin ucunu vermişsin bir kere.
Peki bunu nasıl yapacaksınız? Daha doğrusu, zaten burnundan soluyan işçiye, çalışanlara, onların eline bakan aile efradına nasıl anlatacaksınız?
Çözüm: Dönüyor sempatik bir havada ve diyorsunuz ki “En az üç çocuk yapın, nüfusumuz artsın, namımız yürüsün!”
Kimse “doğru söylüyor” diye gaza gelmesin, oturun hesabını yapın:
Bir düşünün… Şimdi bizim 10 milyon kişimiz elleri cebinde boş boş dolaşıyor ya…
Ekonominin mevcut yapısı, şimdi bile o insanlara iş veremez, iştekileri de yoksulluk sınırı altında inletirken, gaza gelip nüfusu arttırdığınızda daha da çok işsizlik olup insanlar o mevcut işlerde bile daha düşük paralara, daha az sosyal güvencelere razı olmak durumunda kalmazlar mı?
Kalırlar tabii. Yaşamak için eEmeğini satmak zorunda olanın pazarlık etme şansı var mı ki?
Neticede, bu üçer çocukla nüfus artırma işi, hem de uzun vadeli olarak “Ey IMF al sana istediğin“rekabet gücü”nü arttırıyorum, al sana “iş gücü piyasasında esneklik” sağlıyorum, seç beğen bizimkilerin hepsi sana kavun karpuz fiyatına” demenin üstü kapalı biçimi değil midir?
İşte şimdi Meclise getirilecek olan “Üç çocuğu teşvik” kanunu, -açık seçik- nüfusu yani “emek arzını” artırarak işçilik fiyatını düşürme işinin ta kendisidir.
Yanında da, bu teşvikle(!) hamilelik sayısı artacak kadının kısa süreli ve sıradan işlerde çalışmaya mahkum edilerek ücretini düşürmek vardır
Peki şimdi ne yapmalı?
Buna başta çalışan kadınlarımızın hayır demeleri gerekir.
Çünkü ileride karnındaki çocukla iş arayacak, eteğindeki çocukla emeğini satacak, sonra da şimdikinden daha zor, daha ucuz işlere evet demek zorunda kalacak olanlar ilk planda onlardır.
Ya tek çocuklular, çocuksuzlar, bekarlar kendilerini kurtarabilirler mi, bize ne diyebilir mi, ne dersiniz?
Hayır, onlar da o üç çocukluların razı olup koşullarına boyun eğeceği işlerdeki ücretlerin düşmesi dolayısıyla şimdiki şanslarını kaybedeceklerdir.
Bu ülkede nüfusun yarısı kadınsa, “milli irade”nin de yarı yarıya kadın eliyle oluştuğu ortadadır.
Şimdi onların buna fark edip hep birlikte tasarıya hayır demeleri, Hükümetin bu baskılara boyun eğmemesini istemeleri gerekir.
Dikkat edin, Hükümet kadınlar üzerinden küresel sermayeye yaranmaya çalışmaktadır.
Özelleştirme, güzelleştirme konularında yapılacaklar yapılmış, ekonomi kendilerine teslim edilmiş, şimdi sıra o ekonomi içindeki sizin emeğinizin esnetilmesine yani fiyatınızın düşürülmesine gelmiştir.
Esnemeyin, dik durun.