1950’li yılların ikinci yarısında, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken bir gün sınıfta karatahtaya, o sırada milli dava olarak kabul edilen Kıbrıs ile ilgili sonradan vazgeçilecek milli tez olan bir slogan yazılmıştı:
- Kıbrıs Türk’tür.
Sınıfa giren sosyoloji öğretmeni, telaşla müdahale etti:
- Silin onu hemen oradan!
Sonra ekledi:
- Siz böyle şeylere karışmayın! Onları büyüklerimiz bilir.
“Onu büyüklerimiz bilir”i ilk kez duymuyordum, çokça söylenmişti.
Hangi konuda ne görüş ileri sürsek yanıt hazırdı:
- Onu büyüklerimiz bilir!
Bize hep böyle söylüyorlar sonra da ikide bir de pohpohluyorlardı:
- İstikbalimizin bekçisi çocuklar, vatan size emanet.
Hem her şeyi büyüklerimiz biliyordu, hem de vatanın geleceği bize emanetti.
Zaten biz de ilkokuldaki marşlarda hep birlikte haykırıyorduk:
- Ey vatan gözyaşların dinsin artık yetiştik çünkü biz!
Evet biz yetişmiştik ama ne düşüneceğimizi, ne söyleyeceğimizi, ne yapacağımızı büyüklerimiz biliyordu.
Bu durumda öyle görünüyordu ki, vatanın durumu pek de parlak değildi.
Bütün ömrüm boyunca yerleşik düzenin, gençleri siyasetin uzağında tutmak için nafile çabalarına tanık oldum.
Oysa, Anglosakson sisteminde, daha okul sıralarından çocukları seçmeye seçilmeye, topluluk karşısında konuşmaya, toplumsal sorumluluk almaya teşvik ediyorlardı.
Gerçi bizde de, egemen yaşlıların çabalarına rağmen gençlik, toplumsal sorumluluk almaya çalışıyor ve siyaset ile uğraşıyordu ama bedelini de çok ağır, kimi zaman canıyla ödüyordu.
Oysa bunun tam tersinin olması gerekliydi, çünkü demokrasiler toplumsal sorumluluk bilincine sahip bireylere ihtiyaç duyarlardı.
Nitekim demokrasilerde öyle de oluyordu. Gençler aşırılıklarıyla, tepkileriyle, politik yollarını çiziyorlar, sonra da zaman içinde yerleşik kurumların içinde yer alıyorlardı.
Demokratik sistemler işin özünü kavramışlardı:
Bugünün başkaldıran gençleri yarının yönetici kadroları olacaklardı.
Fransa’daki büyük 1968 olaylarının lider kadrosu, hangi kanattan olurlarsa olsunlar, gelecek kuşağın politikacı ve yöneticilerini yetiştirmişlerdi.
Bizde ise aynı kuşağın çocuklarının bir kısmı asılmış, bir kısmı hapse atılmış, bir kısmı toplum dışı bırakılarak tasfiye edilmişlerdi.
Siyasete bulaşan çocukların ezildiği, gösteri yapanın bastırıldığı, düşünce açıklayanın sindirildiği, mitinge katılanın hapse atıldığı, kitapların suç delili sayıldığı bir dönemden sonra, depolitize olmuş bir topluma ulaşmıştık.
Kuşkusuz, yatağını bulamamış, pozitif enerjiye dönüşememiş gençlik ateşi kadar hatta ondan da daha zararlıydı bu durum.
Taksim Gezi Parkı olayları böyle bir ortamda ortaya çıktı ve bize bazı şeyler gösterdi.
Her şeyden önce, gençler özgürlüklerine ve geleceklerine bigâne değildiler, sahip çıkıyorlardı.
Gösterilerini, şiddete yönelmeden barışçıl yöntemlerle, demokratik araçlarla ortaya koyabiliyorlardı.
Sürü değildirler, bireydiler ve bireyliklerini yitirmeden toplumsal kurtuluşun yolunu arıyorlardı.
Kendilerinden, kendi görüşlerinden başkasına da hak tanıyan gerçek demokratik bir hoşgörü içindeydiler. Her görüşe saygı gösterebiliyorlardı.
Mizahlarının keskinliği zekâlarının düzeyini gösteriyordu, kendilerini ifade için yeni yöntemler bulmakta usta, demokrasinin sınırları içinde kalmakta kararlıydılar.
İktidar polisiyle TOMA’sıyla, plastik mermisiyle, biber gazıyla bu gençliğin üstüne abandı, sindirmeye,0 yıldırmaya çalıştı. Gezi Parkı’nı boşalttı.
Oysa onlar orada bir süredir toplumsal umudun çiçeklerini açtırıyorlardı.
Oysa onlar toplumumuzun umutlarıydılar.
22 Haziran 2013 - Cumhuriyet