BU köşede Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla ilgili gelişmeleri kaç kere sordum, hatırlamama olanak yok.
Biliyorsunuz bu iddianın ortaya atılmasının üzerinden neredeyse dört yıl geçti.
Bir yargıç, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun kozmik odasında arama yaptı, birçok not aldığını da duyduk, ama ne bir dava açıldı, ne de bir gelişme yaşadık.
Beklediğim haberi geçen gün Radikal’de okudum.
Haberde Kozmik Oda aramasında ele geçirilen ve 60 yıllık sırları barındıran belgeler ile ilgili olarak bir savcının dava açmaya hazırlandığı anlatılıyordu.
Dava Arınç olayıyla sınırlı olmayacak, 6-7 Eylül olaylarından 1 Mayıs’a, Çorum, Sivas olaylarından faili meçhuller ve Hrant Dink cinayetine kadar yakın tarihin karanlıkta kalan olaylarına da uzanacakmış. Savcı, mart ayında emekli, muvazzaf subaylarla birlikte bazı sivilleri ifadeye çağıracakmış.
Savcının dört yıla yakın süre beklemesinin nedeni ise “ağır iş yükü” imiş. Elindeki 28 Şubat iddianamesini tamamlar tamamlamaz bu dosyaya eğilecekmiş.
Merak ettim, böylesi önemli olaylarla ilgili soruşturmayı yürütebilecek sadece bir tek savcı mı var Ankara’da?
Neden böylesi kapsamlı bir dosya için zaten çok karmaşık bir davayı yürütmek durumunda olan savcı bekleniyor?
Öte yandan Arınç suikastından 6–7 Eylül olaylarına, 1 Mayıs katliamından Çorum ve Sivas katliamlarına, faili meçhullere, Hrant Dink cinayetine ve “tarihin karanlıkta kalan olaylarına” uzanacak bir dosyadan söz ediliyor.
Belli ki bir “torba dava” açılacak, içine herkes ve her iddia boca edilecek. Bundan adalet çıkar mı? Tarihin karanlıkta kalmış olayları, faili meçhuller aydınlanır mı?
Hiç sanmam. Bundan çıksa çıksa on yıllar sürecek bir dava çıkar, hepsi o kadar.
Yaşasın adalet!
İSTANBUL 2. Asliye Ceza Mahkemesi basın davalarına bakıyor. Elimde mahkemenin iki ayrı kararı var.
Kararlardan biri Yeni Şafak gazetesi aleyhine açılmış bir davayla ilgili. Gazete, 23 Mart 2012 tarihinde, Deniz Feneri davasının eski savcıları Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren’in beraatla sonuçlanan yargılanmalarıyla ilgili bir haber yayımlamış.
Haberin başlığı şöyle: “Tahrifatçı Savcılar Yargıtay’da”.
Savcılar da bunun üzerine “tahrifatçı” denilerek kendilerine yayın yoluyla hakaret edildiği iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş. İstanbul 2. Asliye Ceza
Mahkemesi, haberi “basın özgürlüğü” kapsamında değerlendirerek, sorumlu yazıişleri müdürü ve haberi yazan muhabir hakkında beraat kararı vermiş.
Kararda şöyle deniliyor: “Kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak damgalanmalarını sağlayacak şekilde yayın yapmak suçunun yasal unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla, beraat kararı vermek gerekmiştir”.
İkinci karar Aydınlık gazetesinde yayımlanan bir haberle ilgili.
Gazetenin 7 Mayıs 2012 tarihli sayısında, Deniz Feneri savcılarının yargılanma aşamasında, “HSYK’nın Tahrifat Yaptığının Belgesi”, “Savcıların Savunma Hakkı Kısıtlandı”, “İşte HSYK’nın Tahrifat Yaptığı O Belge” başlıklarıyla bir haber yayımlanmış.
Haber Savcı Nadi Türkaslan’ın suçlandığı konunun bir benzerinin kendisine HSYK tarafından da yapıldığını anlatan sözlerine dayanıyor.
Haber üzerine İstanbul Basın Savcılığı resen harekete geçmiş, muhabir hakkında “yayın yoluyla hakaret” suçlamasıyla dava açılmış.
Bir önceki örnekte beraat kararı veren mahkeme bu kez muhabiri 11 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm edip, kararın açıklanmasını ertelemiş.
Mahkeme kararında şöyle deniliyor:
“Yayımlanan haberin, bizzat HSYK’nın şahsi kişiliğine yönelik olduğu, kamuoyu nezdindeki şeref ve saygınlığına saldırıda bulunarak, hukuka uygunluk ve eleştiri sınırının aşıldığı vs”.
Her iki kararı da okuduktan sonra, eski Türk filmlerindeki gibi “Yaşasın adalet!” diye bağırmak geldi içimden!
‘Zamanın ruhunu’ kavramış bir avukat!
BİR avukat arkadaşımın eline geçen bir “ihbarname”yi sizlerle paylaşacağım.
Olay şöyle gelişiyor: Bir vatandaş, bir galeriden bir otomobil satın alıyor. Daha sonra otomobilin daha önce çarpılmış ve tamir edilmiş olduğunu anlıyor. Bunun üzerine bir avukata gidiyor ve İstanbul’daki bir noterden söz konusu şirkete karşı zararının tazmin edilmesini talep eden bir ihbarname yollatıyor.
İşte ihbarnamenin ilgili bölümü:
“Peygamber Efendimiz (sas), yaş buğdayı, kuru buğdayın altına saklayıp satan satıcıya bile ‘Bizi aldatan bizden değildir’ derken bu firmanın sahipleri O peygamberin ümmeti olarak üç kuruşluk dünya malına tamah ile böyle bir şeyi nasıl yapar? O arabayı hasarlı diye satamaz ya da kendiniz binemez miydiniz?
“... A.Ş’nin bu ayıplı durumu kabul etmemesi karşısında bu yapılan, başkalarını da töhmet altında bırakan, Kuran’ın diliyle bir fitnedir ki bununla imtihan olundunuz ve kaybettiniz.”
“Hiç kimse bilmese de Allah’ın cc. bildiği bu sahtekârlığı siz de biliyorsunuz ve sizin defterinize kaydoldu.”
“Ali İmran suresi 5. Ayet: ‘Şüphesiz ki ne yerde ne gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz.’ Gizlemeye çalışanın yarın mahşerde önüne konulur. Böyle bir şey yapabilmek için ya İslam’ı bilmemek ya da Allah’tan ve Ahiret gününden korkmamak gerekir.”
“Sizin bu iki gruba da dahil olmadığınıza inanıyorum. İhtarı aldığınız günden itibaren on gün içinde ‘Essulhu seyyidül ahkâm’ diyerek mahkeme yolunu kapatıp lütfen müvekkile gerçek manada ‘sıfır’ arabasını teslim ediniz.”
İhbarnameyi okuyunca aklıma dört şey geldi:
1– Bu, avukatlar arasında bir şaka diye üretilmiş bir ihbarname.
2– Artık mahkemelerde şeriat hukuku, ticaret hukukundan önce geliyor.
3– Müvekkili dini bütün bir vatandaş olduğu için avukat onun istediği gibi bir ihbarname yazdı.
4– Avukat da biliyor ki iş mahkemeye giderse Başbakan gibi ayetlere ve dini öykülere referans vererek konuşmak işe daha çok yarar.
Ne dersiniz, sizce hangisi?
(Hürriyet)