MEMLEKETİMİZİN yargı düzenini medeniyet seviyesine (ki bu halihazırda Avrupa Birliği hukuk sistemi düzeyi anlamına da geliyor) yükseltecek paketlerden dördüncüsünün akıbeti, büyük ölçüde PKK liderinin örgüte vereceği mesajla ilişkilendirildi.
Apo, PKK’nın etkinliklerinin azaltılması yönünde çağrılar yapmalıydı ki memleketimizin hukuk düzeni medenileşsin, bizzat yüksek yargı başkanlarının bile şikâyet ettikleri durumlar ortadan kalksın.
Tuhaf bir denklem!
Hem AB’ye kızıyoruz, “Bizi kapıda çok beklettin, alır başımı Şanghay yollarına düşerim” diyoruz, hem de hukuk düzenimizin demokratikleştirilip, çağdaşlaştırılmasını paketlere bölmüşüz, çıkarta çıkarta tamamlayamıyoruz!
Neden? AB’nin hukuk düzeni belli değil mi? AİHM kararlarının çizdiği hukuksal çerçeveyi okumaktan aciz miyiz?
Hayır, bunların hiçbirini iddia edemeyiz. Ama yine de oturup bir kerede bütün yargı düzenimizi düzeltemiyoruz.
Hukukun çağdaş yorumu ve adil yargılanma hakkı paketlere bölünmüş, parçalanarak çıkartılabiliyor, o da PKK’nın şefi hükümeti memnun edecek bir–iki küçük jest yaparsa!
Neden korkuluyor? Kimden korkuluyor?
Hani vesayet dönemi geride kalmıştı, halkımız en doğrusunu seçmeyi bilirdi?
Adam gibi bir yargı düzenine sahip olursak halkımızın bunu kötüye kullanacağından mı korkuyorsunuz?
“KCK’lılar hapisten çıkar, Balyoz mahkûmları serbest kalır, Ergenekon yargılaması duvara toslar” gibi gerekçeler duyuyoruz hep.
Bu davalar, eğer sağlam davalarsa adil yargılanma hakkının herkese tanınmasından, insanların uyduruk suçlamalarla hapse tıkılamamasından neden korkuyorsunuz?
Kanunlarımız medeni Avrupa kanunlarına benzediğinde bu davaların sanıkları serbest kalacaklarsa, zaten o kararların hepsi AİHM’den dönecek demektir.
Amaç, o vakte kadar insanlara hapislerde eziyet etmek mi?
Polisi vuran serbestçe geziyor olmalı!
ARKADAŞI ile birlikte üniversite sınavına hazırlık amacıyla evde ders çalışırken gözaltına alınan liseli kıza ömür boyu hapis ve ayrıca 26 yıl 8 ay hapis cezası verildiğini gazetelerde okudum. Eminim sizlerin de dikkatinizden kaçmamıştır.
Hükümlü Gülsüm Koç hakkında bu kararın verilmesine neden olan “kanıt” bir gizli tanığın varlığı.
Bingöl’de bir polis otomobiline ateş açılması ve bir polis memurunun ayağından yaralanması üzerine gizli tanığa başvurulmuş, o da kendisine gösterilen fotoğraflara bakarak Gülsüm Koç’u teşhis etmiş.
Tutuklanmasından sonra Koç’un elinde barut izine rastlanmamış. Demek ki ateş eden o değil.
Mahkeme de zaten saldırıda kullanılan silah ile ilgili olarak hakkında beraat kararı vermiş.
Kararında “Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğine dair kesin delil yok” diye yazıyor, silahla ilgili olarak.
Ama aynı mahkeme Koç’u “kamu görevlisini öldürmeye teşebbüsten” 26 yıl 8 aya mahkûm etmiş. Tuhaf değil mi? Elinde silah yok, zaten ateş etmemiş, silah da onun değil ama öldürmeye teşebbüs etmiş? Neyle? Bakışlarıyla mı?
Koç’a ömür boyu hapis cezası verilmesinin nedeni ise “devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak”!
Bunu nasıl yapacakmış, bunun için nasıl bir örgütlenme içindeymiş, bunun kanıtları neredeymiş? Sormayın, kimse bilmiyor zaten!
Eminim şimdi bazı polislerden hafif tehdit kokan mesajlar alacağım, “Polisleri vuranları koruyorsun” diyerekten.
Onlara şunu hatırlatmak isterim: Ya polisi ayağından yaralayan elini kolunu sallayarak dolaşmaya devam ediyorsa?
Meslektaşlarına saldıran gerçek kişiyi bulmak onların görevi değil mi? Yoksa bir suçlu uydurup hapse tıkmak vicdanları rahatlatmak için daha kolay bir yol mu?
Kim bilir belki de bir “derin devlet” operasyonuydu bu saldırı. Mecburen bir de suçlu bulmaları gerekiyordu, kabak Koç’un başına patladı!
Bizde hesaba değil avantaya bakılır
ÖNÜMÜZDEKİ on yıl içinde tüm nükleer sant-rallarını kapatacak olan Alman hükümetinin “enerji dönüşümünden” sorumlu direktörü gazetecilere şöyle söylemiş:
“Şu anda Almanya’nın toplam enerji ihtiyacının yüzde 12’si, elektriğin ise yüzde 20’si yenilenebilir enerjiden karşılanıyor; içinde rüzgâr, güneş ve hidroelektrik var. Hedef, 2020’de toplam enerjinin yüzde 20’sini, elektriğin ise yüzde 35’ini yenilenebilir enerjiden sağlamak. Nihai olarak da 2050’de bu rakamı toplam enerjide yüzde 60, elektrikte yüzde 95’e çıkarmak.”
Sonra da üç nükleer santral kurmak için çaba gösteren Türkiye’ye dikkat çekmiş: “Rüzgâr için uzun sahilleriniz, güneşiniz var. Neden daha fazla yenilenebilir enerjiye yönelmiyorsunuz?”
Geziye katılan Türk gazetecileri kibar çocuklarmış, “Bizde işler böyle yürümez” dememişler tabii.
Bizde şuna bakılır: Hangisinde avanta daha büyük? Hangisine yatırım yapılırsa daha yüksek rant elde edilir?
Belli ki hükümetimiz şu anda rüzgâr ve güneş enerjisinde böyle bir parlak gelecek görmüyor.
Eski Enerji Bakanı Hilmi Güler’i son gördüğümde elinde kocaman bir dosya vardı, Türkiye’nin rüzgâr enerjisi potansiyelinin büyüklüğüne, enerji sorunumuzun
çözümünde bunun önemine dikkat çekiyordu.
Sonra bir de baktım, milletvekili bile yapılmadı.
Acaba buna neden olan olay Güler’in yenilenebilir enerji kaynaklarına bazılarının istediğinden daha fazla önem vermesi miydi?
(Hürriyet)