YARGITAY Başsavcısı, Hrant Dink cinayetinde “örgüt” bulunduğuna işaret etti ve mahkemenin kararının bu yönde bozulmasını talep etti.
Yargıtay’ın ne yönde karar vereceğini elbette şimdiden söyleyebilmek mümkün değil ama bir bozma kararının çıkması sürpriz olmamalı.
Ve elbette bozma kararının ardından sanıkların “uzun süren tutukluluk süreleri nedeniyle” serbest kalmalarına ve sonra ortadan yok olmalarına da şaşırmamalıyız.
Kim bilir, belki de bu cinayetin ardındaki derin yapılanma bunu hesaplıyordu! Bilmemize olanak yok, ama şüphelenmemiz için çok neden var.
Hrant Dink cinayeti başından itibaren arkasındaki örgütü ortaya çıkarmaya yönelik olarak soruşturulmadı.
Cinayetin işleneceğinden hem Trabzon ve İstanbul polisinin, hem de jandarmanın haberi vardı ama hükümetin bu konudaki isteksizliği, kamu görevlileri ile ilgili soruşturma izni vermemesi soruşturmanın daha derine gitmesini engelledi.
AİHM kararından sonra da zaten artık iş işten geçmiş, örgütün izini sürecek deliller varsa da muhtemelen karartılması için yeterli süre kazanılmıştı.
Hatırlayacaksınız, MİT, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na içinde bazı ihbar mektuplarının bulunduğu bir klasör göndermişti. Radikal’de Deniz Zeyrek, bu mektupların “ihbarcı vatandaşlarca yazılmış mektuplardan çok konuyla ilgili bilgi ve belgelere ulaşmış profesyonellerce hazırlanmış göründüğünü” yazdı.
Özel Kuvvetler Komutanlığı ve ona bağlı Muharebe Arama Kurtarma (MAK), Seferberlik Tetkik Kurulu ile ilgili mektuplar bunlar.
Rahip Santoro, Rahip Padovese ve Dink cinayetleri, Zirve Yayınevi katliamı ve Danıştay saldırısının ardında bu kurumların izinin bulunduğuna ilişkin ciddiye alınması gereken ihbarlar var.
Elbette MİT’in bütün bu bilgileri bugüne kadar neden sakladığını hep birlikte merak etmeliyiz.
MİT bu ihbar mektuplarını neden zamanında savcılıklara iletmedi, bunun yanıtını vermeli ki bu “derin yapılanmanın” MİT içinde uzantısının bulunup bulunmadığını da öğrenelim.
Hatırlayacaksınız Bülent Arınç’a suikast iddiası nedeniyle gözaltına alınan subaylar da Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’nda çalışıyorlardı.
MİT’in TBMM’ye gönderdiği “ihbar mektupları” arasında bu tür suikastlar planlandığı da belirtiliyor. Toplumda kargaşa yaratmayı amaçlayan, sağcı–solcu ayrımı gözetmeyen bir dizi suikast! Dosyaya göre aralarında Arınç da var, Ergenekon tutuklusu Tuncay Özkan da, rahmetli Türkân Saylan da!
Ve yine hatırlayacaksınız bir yargıç Seferberlik Tetkik Kurulu’nun kozmik odasında araştırma da yapmıştı ama aradan geçen üç yıla rağmen bu konuda da bir gelişme olmamıştı.
Bu suikast ile ilgili sorduğum sorular aylardır yanıtsız kalmıştı.
Ergenekon davasının, Türkiye’nin karanlık derin devlet tarihi ile bir hesaplaşma olduğu iddia ediliyor ama öyle görünüyor ki asıl “gladio” hâlâ mercek altına girebilmiş değil.
Ergenekon davasını bir tür torba davaya dönüştürenler, bu karanlık yapılanmanın ortaya çıkmasını engellemek amacını mı güdüyorlardı diye merak etmiyor da değilim.
Barış sürecini bozacak asıl etken
PARİS’te üç PKK mensubunun katledilmesinden sonra (aşırı milliyetçiler dışında) herkesin temel endişesi Abdullah Öcalan ile MİT Müsteşarı arasında sürmekte olan görüşmelerin kesilmesi olasılığı oldu.
Herkes endişe ettiği için benim endişe etmeme gerek kalmadı. Görüşmenin iki tarafı da bundan endişe ettiğine göre akılları ile hareket edeceklerdir diye düşünüyorum. Tabii elbette samimilerse!
AKP sözcülerinin demeçlerini okuyorum, hükümet yanlısı yazarların yorumlarına bakıyorum, PKK’nın silah bırakmasıyla, Kürtlerin serbestçe siyaset yapmaları ve taleplerini gerçekleştirebilmeleri birbirine bağlı bir konu olarak ortaya konuluyor.
“Silahı bırakın, siyaset yapın” gibi bir yaklaşım!
Kürt sorununun çözümü ile ilgili bir süreçten söz ediyorsak, sürece zarar verecek olan şey Paris’teki katliamdan daha çok bu anlayıştır.
Çünkü bunlar birbirinden tamamen bağımsızdır, bağımsız olmalıdır.
Birisi PKK’nın tasfiyesi ya da tecrit edilmesi ile mümkün olabilir ama öbürünün gerçekleşmesi “otomatik” bir süreç değildir.
Otomatik olarak gerçekleşemez, çünkü “serbestçe siyaset”in önündeki engellerin kaldırılması meselesi, topyekûn demokratikleşme meselesidir.
Sadece Kürtlerin değil, bu ülkede yaşayan herkesin özgürlüğü ve serbestçe siyaset yapabilmesi ile ilgilidir.
Ama hükümetin bu konudaki mütereddit tutumu da buna engeldir.
Yargı paketlerinin gündeme bir gelip, bir geri alınmasını, bunun artan terörle izah edilmesini unutmayalım.
Demokratik ve adil bir yargı sistemini gerçekten isteyen bir hükümet, bunu başkalarının eylemlerine ya da eylemsizliğine neden bağlamak gereğini duyuyor?
Demokrasinin önünü açacak sivil Anayasa çalışmalarının getirilip Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adamlık hevesine kilitlenmesini de not edin!
Hangisi daha önemli? Erdoğan’ın başkan olması mı, en geniş uzlaşmayla demokratik sivil bir anayasanın ülkenin önünü açması mı?
Süreci bozacak asıl etken hükümetin bu konuda samimiyetsiz olmasıdır.
(Hürriyet)