Hangi sorun ya da sorunlar, Türkiye gündeminin en ön sırasında yer alıyor? Ülke mi, insan mı, devlet mi?
Ne ülke, ne de insan! Siyasal iktidarın elde edilmesi, kullanılması ve devri. Konuştuğumuz, tartıştığımız, hatta üzerinde kıyasıya kavga ettiğimiz sorunlar, “siyasal iktidar sorunsalı”nda düğümlenmiyor mu? Devlet, bu aslında…
Denebilir ki, iktidar kaynaklı olanlar, aslında toplumu ve ülkeyi ilgilendiren sorunlardır. Ama daha önemli ve yaşamsal soru şu: bunların ne kadarı, ülke ve insan yararına, ne kadarı zararına?
Burada, ülke ve insan diyalektiği karşımıza çıkıyor. Fakat önceki kuşaklar ve gelecek kuşaklar açısından bakıldığında, insan-ülke ilişkisi, yerini, bir üretim ve tüketim çelişkisine bırakıyor. Şöyle ki; insan türü olarak giderek daha çok üretiyor ve çoğalıyoruz; buna karşılık, ülkeyi daha çok tüketiyoruz...
Konuya varlık nedeni açısından bakıldığında; devletin varlık nedeni, doğa ve insanınkine göre, açık ve kesin: insanın toplum halinde güvenlik ve özgürlük ortamında yaşamını sağlayacak; yine bu amaçla, ülkeyi dış saldırılara karşı koruyacak...
Peki ya devletin, dış güçlere karşı koruma yükümlülüğü altında bulunduğu ülke-içi ile ilişkisi nedir? Devlet, ülke üzerinde toplum yararına tasarrufta bulunurken, bugünden çok yarını, bugünkü kuşaklardan çok gelecek kuşakların çıkarlarını dikkate almak zorunda. Çünkü doğa kaynakları ile gelecek kuşaklar arasında ters bir orantı var...
İnsanoğlu, bütün bunları aslında dünya çapında düşünme yükümlülüğü ile karşı karşıya. Nitekim, “sürdürülebilir gelişme” Raporundan beş yıl sonra Rio Dünya Zirvesi toplandı. Şimdi ise, Rio+20 (Mayıs 2012) için ciddi ve bilimsel hazırlık çalışmaları yapılıyor.
Japonya'daki deprem + tsunami + nükleer santral patlaması, Rio+20 gündemini iyice yoğunlaştıracak: çevresel felaketler ve nükleer santraller. Bu konu aslında, şimdiden Avrupa’nın gündemine oturmaya başladı...
Bize gelince; çevre, doğa ve ülke karşıtı politika ve uygulamalar, sistematik ve sürekli bir hale geldi.
Şu çelişkiye bakın: abartılı bağımsızlık günü kutlamaları yanı sıra, “İstanbul işgali” yıldönümlerini bile kutlayarak kendimizi gülünç duruma düşürürüz. Buna karşılık, (tarihi, kültürel ve doğal) ülkesel değerleri birer birer yok etmekte duraksamayız: otoyollar, barajlar, HES'ler, nükleer santraller... Bunlar, ilgili hukuk ve bilim dallarının gerekleri göz önüne alınmaksızın, adeta “ülke”yi ne pahasına olursa olsun tüketmek amacıyla yapılıyor.
Enerji gereksinimi, anlaşılır bir gerekçe; ancak, seçenekler değerlendirilmeden yapılan tasarruflar, “Türkiye ülkesi”ni, yarınlara yönelik olarak, hem acımasızca bitirmekte, hem de tehlikeye atmakta.
Denebilir ki, kişi güvenliği ve sosyal güvenliğin olmadığı bir toplumda, ekolojik, hatta “ülkesel” güvenlik, ikincil değil mi? Tam tersine, bunlar birbirinden ayrılmıyor günümüz dünyasında; sorun, bu üç alanı birlikte düşünmek, tasarlamak ve güvencelemek.
Bide ise; kişi güvenliğinin gündemde önemli bir yer tutmasının nedenleri yok değil: siyasal partiler ve basın-yayın organları, haklı olarak bu konuyu işliyor. Sosyal devlet veya sosyal haklar sorunu da, şu veya bu biçimde gündeme çıkabiliyor. Bazı siyasal akımların, kültürel haklara ve kimlik sorunlarına öncelik vermesi de anlaşılır bir durum...
Fakat asıl kaygılandırıcı olan şu: “ülkesel sorunlar”ın, bugünden geleceğe bütüncü bir bakış açısıyla, muhalif siyasal partilerin gündemine oturmaması.
Dereler, vadiler, tarihsel ve kültürel değerler, merkezde alınan tek yanlı kararlarla yok ediliyor; bunları durdurmak için ilgili yöre sakinleri örgütleniyor; aralarında dayanışma modelleri geliştiriyorlar. Ama tüm bu konular, basın-yayın organlarında çok az yer bulabiliyor. Medyanın önemli bir kesimi, sanki “Türkiye ülkesi”ne yabancı.
Ya siyasal partiler? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken de bu zaten. Bir ana muhalefet partisi düşünün ki, ülke, tarihî, kültürel ve doğal değerleriyle tahrip edilirken, nükleer santral ihaleleriyle gelecek kuşakların güvenliği tehdit edilirken, bunlara karşı sesini yükseltmesin! Çevresel hakları, sosyal ve kültürel haklarla birlikte, bütünlüklü bir program şeklinde gündeme getirememesi, bunları sahiplenmemesinden mi, yoksa yeterli hazırlığı olmamasından mı? Seçim arifesinde bile değilse, ne zaman hatırlayacak? Eğer sahiplenmiyorsa, zaten söylenecek bir söz de yok.
Gerçekten, “ülke”yi kurtaracak bir siyasal partiye her zamankinden çok 2011 Türkiye’sinde ihtiyaç var... Duyurulur!