AMERİKALI polisiye yazarı Dashiel Hammet, Malta Şahini isimli romanında, romanın kahramanının hayatından çıkıp giden ve bir daha ortaya çıkmayan bir adamdan söz ediyor.
Flitcraft isimli adam, eş ve baba olarak mükemmel, başarılı bir işadamı.
Hayatında her şey yolunda gidiyor. Derdi, tasası yok. Herkesin imreneceği bir hayata sahip.
Bir gün öğlen yemeği için dışarı çıktığında, bir binanın onuncu katındaki inşaattan bir kalas düşüyor ve Flitcraft’ın başını sıyırarak hızla yere çarpıyor. Kalas yere çarpınca fırlayan bir taş parçasının yüzünde küçük bir yara açmasının dışında Flitcraft’a hiçbir şey olmuyor.
Bu olay Flitcraft’ı sarsıyor, bir türlü kafasından çıkarıp atamıyor. Yazarın dediği gibi “Sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti”. Flitcraft, gerçek dünyanın, kendisine kurduğu dünyadan farklı olduğunu böylece anlıyor.
Dünyayı yanlış tanıdığını, hayatın rastlantılardan ibaret olduğunu, her an ölebileceğini fark ediyor.
Yemeğini bitirene kadar geçen süre içinde hayatın tahrip edici gücüne boyun eğmeye ve o güne kadar yaşadığı hayattan vazgeçmeye karar veriyor. Masadan kalkıyor, eve dönüp ailesiyle vedalaşma zahmetine de girmeden, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gidiyor ve orada yepyeni bir hayata başlıyor.
Bu öyküyü Paul Auster’in “Kehanet Gecesi” isimli romanında okumuştum. (Can Yayınları, çeviren: İlknur Özdemir)
Geçenlerde bir Ege adasında, bir ağaç gölgesinde oturur, çevredeki insanları seyrederken yine hatırladım.
Çevremde mutlu gibi görünen ama birbirleriyle neredeyse hiç konuşmadan oturan çiftlere bakınca “Hayatlarını değiştirmeleri için gökten bir taş düşmesini mi bekliyorlar acaba” diye düşünmeden de edemedim.
Dışarıdan bakanlara göre mükemmel hayatı olan bir insanın, bir gün ansızın ölebileceğini düşünerek hayatını tamamen değiştirmesinin altında yatan “sıkıntıyı” hissettim diyebilirim.
Yıllar önce İtalya’da yapılmış bir araştırma okumuştum.
Monoton hayatın insan ilişkileri üzerindeki etkileri üzerine bir araştırma. Şu anda size araştırma ile ilgili somut verileri sunacak kadar hafızam güçlü değil. Ama araştırmanın sonucunu hatırlıyorum, çünkü kolayca unutulabilecek bir sonuç değil.
İtalyan araştırmacılar monotonlaşan ilişkilere karşı şunu öneriyorlardı: Tedavi amaçlı ayrılık!
Tedavi amaçlı ayrılık da şöyle oluyor: Çiftler iki–üç yılda bir kere, bir ile beş ay arasında birbirlerini görmüyorlar. Bu süre, çiftlerin birbirlerini özlemelerine ve yeniden buluştuklarında birbirlerine daha çok özen göstermelerine yetecek kadar bir süre. Bir tür “yaz bekârlığı” gibi aslında.
Tabii bu “tedavi”, eşlerden birinin bambaşka bir rüzgâra kapılıp, ilelebet gitmesi tehlikesini de içinde taşıyor. Ve zaten bu tehlikenin varlığı ve kuşkusu da yeniden buluşulduğunda eşlerin birbirlerine daha özenli davranmasına neden oluyor.
Sevdiğiniz kadının ya da erkeğin, Flitcraft gibi bir gün ansızın ortadan yok olmasını istemiyorsanız, Halil Cibran’a kulak verin derim:
“Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız./Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız./Tanrı’nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız./Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz da boşluklar olsun./Ve Tanrısal alemin rüzgârları esip, dolanabilsin aranızda./Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın./Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi./Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı kadehe eğilip içmeyin./Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın./Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer “yalnız” olduğunu unutmayın./Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır./Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın./Çünkü ancak “hayat”ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan./Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın;/Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da birbirinden ayrıdır./Çünkü bir servi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.”
(Hürriyet)