Eski rejimin milli günlerde talebeleri stadyumlara doldurup onlara birtakım akrobatik hareketler yaptırması ya da dans gösterileri tertiplemesi, totaliter, militarist ve jakoben bir uygulamaydı; neyse ki yıllardır canla başla sürdürülen sivilleşme mücadelesi başarıya ulaştı da 1930’ları hatırlatan o gösterilerden kurtulduk.
Liberal-muhafazakâr medyanın sivil fetişizmiyle malul mensuplarından biri olsaydım yukarıdaki satırları yazardım; olmadığıma göre, yeni rejimle stadyumlar arasındaki ilişkiye dair birkaç şey söyleyerek girizgâh yapabilirim yazıya.
Öncelikle şu: Stadyum törenlerini “totaliter yönetimleri çağrıştırıyor” diyerek iptal edenler, aslında tasfiye ettikleri eski rejimin siyasal ritüellerini de tasfiye etmekten başka bir şey amaçlamıyorlar, böylelikle kolektif hafızaya indirilen darbelere bir yenisi daha eklenmiş oluyor, eski rejim ritüelleriyle birlikte tarihe gömülüyor.
Fakat burada esas önemli olan tek başına bu değil, esas önemli olan yeni rejimin de kendisini stadyum etkinlikleri üzerinden kurmakta bir beis görmemesi. Üstelik bu etkinlikler eski rejiminkiyle kıyaslandığında çok daha otoriter, çok daha faşizan bir nitelik taşıyor. Çünkü artık ya liderin konuşmasını huşu içinde dinleyen ya da mensup olduğu cemaatin düzenlediği emperyal gösteriyi gözyaşlarını silerek izleyen, sessiz, edilgen bir kitle ile karşı karşıyayız.
Eski rejimin ritüelleri hiç olmazsa bir interaktiflik, bir karşılıklılık niteliği taşıyordu. Çocuklar, gençler, aileleri ve yurttaşlar ritüellerin aktif birer parçasıydı; burada ise sahneden kitleye doğru tek taraflı bir akış söz konusu: Verilen mesajı dinlemek ve izlemekle yetinen, arada ellerini çırpan, lidere, cemaate ve gösteriye tapınan, sessiz yığınlar sürüsü.
Niyetim bu yazıda bir “stadyum sosyolojisi” yapmak olmadığına göre esas meseleye geçebilirim sanıyorum. Türkiye geçtiğimiz günlerde iki büyük stadyum etkinliği izledi. Bunlardan ilki AKP’nin İstanbul İl Kongresi’ydi, ikincisi ise cemaatin düzenlemiş olduğu Türkçe Olimpiyatları. İktidar bloğunun iki büyük bileşeninin düzenlemiş oldukları bu etkinlikleri, sadece iktidar bloğunun dışında kalanlara yönelik bir gövde gösterisi olarak görmenin Türkiye siyasetinin geldiği bu noktada mümkün olmadığını söyleyeceğim öncelikle. Bu etkinlikler, AKP’nin ve cemaatin güçlerini birbirlerine göstermelerine de vesile oldu aynı zamanda.
Cemaat medyası, AKP’nin İstanbul İl Kongresi’ni büyük ölçüde görmezden gelmeyi tercih ederken, AKP medyası da benzer bir şeyi Türkçe Olimpiyatları için yaptı. Son ve ses getirici hamle ise, Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış gecesine katılan Erdoğan tarafından yapıldı. Erdoğan, belki de dönemeyeceğini bildiğinden olsa gerek, Gülen’e Türkiye’ye dönme çağrısı yaptı ve böylelikle bir tür lütufta, himmette bulunmuş oldu; Erdoğan’ın çağrısı, bir muktedirin, himayesi altına almakta beis görmeyeceği birine yönelik yaptığı bir çağrı şeklinde kurgulanmıştı çünkü.
Yukarıda, “Türkiye siyasetinin geldiği bu noktada” demiştim; açmakta fayda var. “Türkiye siyasetinin geldiği bu nokta” ile eski rejimin güçlerinin tasfiyesinin ardından, AKP-C koalisyonu içerisindeki artık kimse tarafından inkâr edilemeyecek bir açıklığa kavuşan çatlağı kast ediyorum. Şike operasyonu ile başlayan, Uludere katliamı ile derinleşen, MİT kriziyle ve Başbuğ’un tutuklanmasıyla gözle görülür hale gelen bu süreçte en son kırılma, ceza kanununda değişiklik yapılacağına ilişkin haberlerle yaşanmaya başladı.
ÖYM’lerin kaldırılacağına ve Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalardan tutuklu yargılananların serbest bırakılacağına ilişkin haberler cemaat medyasını ÖYM’lerin savunulmasına yönelik bir alarm durumuna geçirirken, Erdoğan’ın gazetecilerle katıldığı canlı yayında, “devlet içindeki bir devlet”ten söz etmesi ve savcılara “eğer alabiliyorsanız beni alın” diye seslenmesi yargıya yönelik bir müdahalenin elinin kulağında olduğunu gösteriyordu. Çok geçmedi ki, tıpkı İstanbul Emniyeti’ndeki cemaatçi polislerin bir atama kararnamesiyle Türkiye’nin dört bir yanına tayin edilmeleri gibi, yargıda da benzer bir operasyona girişildi ve yargıdaki cemaat gücü dağıtıldı.
Bu operasyon, AKP açısından 12 Eylül referandumuna ilişkin bir düzeltme operasyonuydu da aynı zamanda. 12 Eylül referandumuyla yargıyı kendi elleriyle cemaate teslim eden AKP, özellikle MİT’çilerin soruşturmaya çağrılmasının ardından bunun nasıl kendisine yönelik bir silaha dönüştüğünü fark etti ve cemaatin elinden bu silahı büyük ölçüde aldı. ÖYM’lerin yetkilerinin daraltılması ya da kapatılmaları ise bu operasyonun nihai hedefi gibi görünüyor, yakında buna da şahit olacağız.
Başta Emre Uslu olmak üzere cemaat yazarları ÖYM’lerin yetkilerinin daraltılmasının ya da kapatılmalarının Türkiye’deki cuntacı odakları güçlendireceği tezini ortaya attılarsa da, AKP medyası bu durumu, demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak sunmayı tercih etti. MİT krizinden beri cemaatle ciddi bir kavgaya tutuşan Ali Bayramoğlu, yaşananları “yeni bir vesayetçi gücün ortaya çıkışını engellemek” olarak özetledi.
Bayramoğlu, aylardır bu gücün ismini vermiyor ama “otonomlaşma eğilimi taşıyan polis ve yargı merkezli etkin bir güç”ten söz ediyordu. Öyle ki bu güç Bayramoğlu’nun arkadaşı olan ve kamuoyunda da gayet iyi tanınan kimi liberal kalemleri KCK operasyonuna dahil edip tutuklayacaktı ama Bayramoğlu, kendi ifadesiyle, birtakım enformel yollara başvurarak bunu engellemişti. Bayramoğlu’na göre bu gücün tasfiyesi için özellikle “kritik davaların sürdüğü İstanbul Emniyeti ve adliyesinde soruşturma ve kovuşturma dosyalarının yeni teftişler, görev değişiklikleri üzerinden ele alınıp, denetlenmesi mutlaka” yapılmalıydı. Tam da böyle yapıldı ve Emniyet’ten sonra yargıda da cemaatin merkezi gücü dağıtıldı.
Cemaat tüm bu süreçte itidalli bir tutum almayı seçerek fevri davranmaktan kaçınsa ve son örneği Ekrem Dumanlı’nın dünkü yazısında görülebileceği üzere olan biteni bir fitne olarak adlandırsa da, yine de bir hamle yapmaktan çekinmedi ve Mavi Marmara organizasyonunu düzenleyen İHH’nın başkanı Bülent Yıldırım hakkında, El Kaide’ye para aktardığı gerekçesiyle, İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı tarafından soruşturma başlatıldı.
MİT krizi çıktığında başta Hüseyin Gülerce olmak üzere cemaatçi kimi yazarlar cemaate yönelik suçlamaları bertaraf etmek adına yaşananların İsrail’le ve MOSSAD’la ilgili olduğunu iddia eden yazılar yazmışlar, AKP’li yazarlar da cemaat-İsrail ilişkisini ima etmişlerdi. Süreç çok benzer bir şekilde bir kez daha yaşandı ve Yeni Şafak, “ÖYM savcısının hedefindeki isim İsrail’in de hedefinde” minvalinde bir haber yaptı; böylelikle cemaat-İsrail bağlantısı bir kez daha ima edilmiş ve cemaatin İsrail’e çalıştığına dair itham bir kez daha dile getirilmiş oluyordu.
Tüm bunlara, Avni Özgürel’in, bir gazetecilik faaliyeti niteliği taşımanın ötesinde olduğu gayet net bir şekilde görülebilen Karayılan röportajını da eklemek gerekiyor. Karayılan, röportajda, Oslo görüşmelerini cemaatin sızdırdığını ve uzlaşmanın cemaatin dışarıda bırakılmasıyla söz konusu olabileceğini söylüyor. ÖYM’ler tartışılır ve çeşitli davalardan yargılanan tutukluların salıverilmesinden bahsedilirken, KCK adı altında Kürt hareketine yönelik operasyonların yoğunlaşarak devam etmesini ise cemaatin sürece verdiği bir yanıt olarak okumak gerekiyor.
Anayasa Mahkemesi’nin Gül’ün bir kez daha aday olabilmesine cevaz veren kararıyla birlikte, Türkiye’de siyasetin bütünüyle 2014’e endekslendiği artık kesin olarak görülebiliyor. Yeni anayasa, başkanlık sistemi, cumhurbaşkanlığı seçimi, Kürt sorunu gibi başlıklarda somutlaşacak siyasal mücadelede düzen içi aktörler konumlarını belirlemeye başlarken solun da ne yapacağı üzerine düşünmeye şimdiden başlaması gerekiyor.
(SolHaber)