Çocukluğumda ilk oyuncaklarım üzüm çubuğundan yaptığımız direksiyon ve tahtadan oyulmuş kamyondu.
Kasabamızın ağaç işlerinden iyi anlayan ustası, “Sana ne yapayım” diye sorduğunda hemen “kamyon” dedim.
Çünkü babam kamyon şoförüydü.
Ben de hep o oyuncaklarla, hayalimde uzun yolculuklar yapardım. Büyüyünce daha büyük kamyon kullanmayı, daha uzaklara gitmeyi hayal ederdim.
Ortaokul, lise yaz tatillerinde babamla yaptığımız yolculukların tadını aradan yıllar geçse de hiç unutmadım. Ne zaman uzunca sohbet etme ortamımız olsa söz dönüp dolaşıp o yolculuklara gelir. O yolculuk içimizde devam ediyormuş gibi bölümler paylaşırız:
“Baba, bir keresinde Ankara Temelli’den Erzurum’a kavun götürmüştük...”
- Ertesi gün Muş Varto’ya geçip Fatsa’ya arı kovanı sarmıştık.
“O sefer 21 gün sürmüştü... Ben en çok Nazilli’den akşamüstü taze incir yükleyip sabah gün doğmadan İstanbul’da olmayı severdim...”
- O zaman köprü yoktu, karşıya geçmek için vapur kuyruğunda beklerdik...
***
Anadolu’yu ilk, babamla sevdim. Gittiği yerleri o kadar güzel anlatırdı ki. Bir işi yaparken her şeyden önce onu sevmem gerektiğini babamdan gördüm.
Üniversiteyle birlikte gazeteciliği tercih ederek babamın kamyonundan daha büyüğünü kullanma hayalim gerçekleşmedi ama, dünyayı görme aşkını babamdan aldım.
Hoştur söylemesi, 80 ülke dolaştım. Bütün içtenliğimle paylaşmak isterim ki en güzeli Anadolu. Kimi yolculuklardan anne-babama kart atıyordum. Babama takılıyordum: “Sen yolları anlata anlata bitiremedin, ben de düştüm yollara.”
Şiir ezberleme heyecanlarımın yükseldiği bir anda Can Yücel’in, babası, çağdaş eğitim sisteminin, aydınlanmanın meşalesi Hasan Âli Yücel için yazdığı şiirle karşılaşınca birkaç ayrı kâğıda yazıp ceket ceplerime koymuştum. Hangisini giyersem cebimde o şiir olsun diye. Şu şiir ezberlenmez mi?
“Ben hayatta en çok babamı sevdim / Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk / Çarpık bacaklarıyla ha düştü ha düşecek / Nasıl koşarsa ardından o devin.
O çapkın babamı ben öyle sevdim / Bilmezdi ki oturduğumuz semti / Geldi mi gidici, hep acele işi / Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi / Atlastan bakardım nereye gitti / Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu / Kırkı geçerse ateş, çağırırlardı İstanbul’a / Bir helallaşmak isterdi elbet, diğ’mi oğluyla! / Tifoyken başardım bu aşk oyununu / Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin / Koştururken ardından o uçmaktaki devin, / Daha geniş aşklar, geniş sevdalar için / Açıldı nefesim, fikrim, canevim, / Hayatta ben en çok babamı sevdim.”
***
Ben de baba olunca; babam, daha önce hiç düşünmediğim yanlarıyla da büyüdü gözümde. Anne topraksa, bereketse; baba, o bereketin sürmesi için gerekli ortamı sağlayan bir atmosfer tabakası.
Atmosfere sürekli dokunamasanız bile varlığını bilmek çok önemlidir.
Kızım dünyaya geldiğinde şiir kitaplarının içinde koşarken karşılaştığım, Süreyya Berfe’nin “Çocuklar insanoğlunun ölüme başkaldırısıdır” dizesini bir tabela gibi çakmıştım beynime.
Bir çocuk için baba, uçsuz bucaksız ufuk.
Bir baba için çocuk, sonsuzluk.
İnsan biliyor ki, kendisine ne olursa olsun, geride kendisinden kalan bir parça var.
Bilim adamları elbet “Tanrı parçacığı”nın peşinde koşmaya devam etsinler ama, elimizin altındaki “Tanrı parçacığı” çocuklarımız.
Bu dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldığımızı düşündüğümüz gün gerçek anlamda babalık görevini yerine getirmiş olacağız.
***
Özgürlükteki yolculukları Silivri’de, içimde yapıyorum. Öyle bir yolculuk ki, “ömür biter yol bitmez” sözü böylesi anlar için üretilmiş olmalı.
Çocuk sahibi olmakla baba sahibi olmak duyguları harmanlanınca insanın yüreği harman yerine dönüyor.
Yaşam da başlı başına bir yolculuk değil mi?
Silivri günlerinde ne zaman karşıma rampa çıksa hemen yüreğimin yan camını açıp rüzgâra karşı haykırıyorum:
“Unutma... Sen, uzun yol şoförünün oğlusun...”
(Cumhuriyet)