Sevgili,
Hafta içinde yitirdiğimiz Amerikalı yazar Ray Bradbury’nin en ünlü yapıtı Fahrenheit 451 yazıldığından bu yana 59 yıl geçmiş. Fransız “Yeni Dalga” akımının önde gelen temsilcilerinden François Truffaut’nun beyazperde uyarlaması da 1966’da yapılmış.
Fahrenheit 451, kitapların yasaklandığı, insanların yalnızca yöneticilerin görüşlerini yansıtıp, emir ve telkinlerini aktaran televizyona bağlı oldukları bir ülkede geçer.
Orada, bağımsız düşünmeye yol açtığı için kitap okumak yasaktır. Kitap bulunan evin sahibi içeri atılır, kitaplar yakılır. Devletin itfaiye teşkilatının görevi de kitapları ve kitap bulunduran evleri yakmaktır.
Romanın kahramanı Guy Montag, itfaiyede görevli, münzevi yaşayan biridir. Günün birinde kitapseverlerden Clarisse’e âşık olur.
O da en büyük suçu işler, kitap okumaya başlar.
Avcı ava dönüşmüştür ve diğer avların kaderini paylaşacak, takip edilecek, saklanacak, kaçacaktır.
Öykü de, film de Guy Montag’ın bütün kaçakların sığındığı ormana varmasını ve orada gördüklerini anlatan sahne ile biter.
***
Guy Montag sığındığı ormanda kaçak birtakım insanların bir şeyler mırıldanarak dalgın dalgın dolaştıklarını görür; bu arada birisi son gayretle, pür dikkat üzerine eğilmiş birine bir şeyler belletmeye çalışmaktadır.
Neler olduğunu açıklarlar. O mırıldanarak dolaşan insanların her biri bir kitaptır.
Kitapların yakılması üzerine, her kişi bir kitabı baştan sona ezberlemekte ve artık o insan o kitap olmaktadır. Amaç kitapların yok olmamasıdır.
Son nefesinde, insan üstü çabayla üstüne doğru eğilmiş kişiye bir şeyler aktarmak isteyen ise can vermekte olan bir kitap insandır, insan giderken, kitap kalsın diye onu bir başkasına aktarmaya çalışmaktadır.
Hafif puslu bir kış havası, pejmürde paltolarına sarılmış, ormanda ezberlerini tekrarlayarak, dolaşan kitap insanlar...
Ne müthiş, ne görkemli bir sahne değil mi?
Az kitapta ve az filmde, böylesine tüyler ürpertici bir final vardır.
Ben Bradbury’nun romanını okumadan önce, François Truffaut’nun 1966’da çektiği, başrollerini Oskar Werner, Cyrll Cusack ve Julie Christie’nin oynadığı filmi gördüm.
Filmi izledikten az sonra, bu bilimkurgu yapıtın, ülkemde gerçek olduğunu, kitapların devletçe yakıldığını, suçlandığını, tutuklandığını, kitap sahiplerinin salt bu suçtan içeri atıldığını gördüm.
***
Kitabı okuduğumda ise o tüyler ürpertici son sahne de yaşamımda gerçekleşmişti.
12 Eylül dönemi Sağmalcılar Hapishanesi’nde idim. Samim Lütfü takma adıyla, haftada üç gün Cumhuriyet’e yazılar yazmaktaydım.
Yazmak yaşamı kucaklamayı sağladığı için mutluydum. Ama işin bir de güçlüğü vardı, gerektiğinde başvuracak kitaplar elimin altında değildi.
Ne gam, benim de elimin altında de tam o günlerde okuduğum Ray Bradbury’nin Fahreneit 451’indeki gibi, kitap insanlarım vardı.
Tek farkla ki burada her insan tek bir kitabı hatmetmek yerine, kendi alanında birçok kitabı özümsemiş oluyordu. Yani kitap insandan çok, kütüphane insandılar..
Kütüphane insanlarım şunlardı:
Tıp ve özellikle psikiyatri konusunda Prof. Dr. Metin Özek ve Dr. Erdal Atabek.
Edebiyat ve görsel sanatlar alanında Ali Taygun.
Plastik sanatlar konusunda Orhan Taylan.
Fizik ve pozitif bilimler alanında Prof. Dr. Haluk Tosun ve Aykut Göker.
Ekonomi ve sosyal bilimler konusunda Prof. Dr. Gencay Şaylan.
Enerji konularında elektrik mühendisi Ergun Elgin.
Ne zaman başım sıkışsa, kütüphaneden kitap çeker gibi birini bir kenara çekip bilgi alıyor, Ray Bradbury’nin yazdığını bir anlamda bizzat yaşıyordum.
Güzel ülkem, yazarı için bilimkurgu olanı, benim için gerçek hayat haline getirmişti.
(Cumhuriyet)