Marmara Denizi Çevre Sorunlarına Küresel ve Hukuksal Bakış

~ 20.11.2011, Av. İ. Güneş GÜRSELER ~
Özet
 
Marmara Denizi 11352 km2 lik bir alana ve 1089 km kıyıya sahip,   yarı kapalı, büyük ölçüde kirlenmiş, sınırlı düzeyde su alışverişi olan, sorunlu   bir iç denizdir. Uğradığı aşırı kirlenme karşısında kendi oksijen gücü yetersiz kalmaktadır. Uluslararası yükümlülükler ve iç hukukumuz koruyucu hükümler içerdiği halde Marmara’nın bugünkü duruma gelmesi önlenememiş, gelişen  “çevre hakkı” anlayışı ve çevre koruma bilinci de yetersiz kalmıştır.
 
Böyle bir sonucun oluşmasında temel etken; “önce ekonomik kalkınma sonra çevre koruma” anlayışının genel kabul görmesidir.
 
Çevre hakkı, “çevre”nin tüm hakların kullanılabileceği mekanı oluşturması nedeni ile  tüm hak ve hürriyetlerin varlık ve geçerlik şartı olarak nitelenen bir insan hakkıdır.
 
Çevre ve çevresel politikalara ilişkin kaygılar, artık ulusal sınırları aşmıştır. Ekoloji uluslar aşırıdır. İnsanlığın ortak koruyuculuğundadır. Küresel birliktelik ruhu ortak geleceğimizin ön koşuludur.
 
 
Bu birliktelik ruhunun gerçekleşebilmesi  tüketimin amaç değil araç görüldüğü, “sınırsız büyüme” yerine çevre-ekonomi dengesine dayanan, çevreyi kalkınmanın hem kaynağı hem de sınırı gören bir kültürün egemen olmasına bağlıdır.
 
Çalışmada bu anlayışla genel bir değerlendirme yapılarak uygulamadan örnekler ile sorun ortaya konularak öneriler sıralanmaktadır.
 
 
 
 
Anahtar Sözcükler: Marmara Denizi ,uluslaraşırı ekoloji, çevre hakkı,  kıyıların korunması, eğemen kültür.
 
 
 
  1. Giriş
 
Marmara Denizi 11352 km2 lik bir alana ve 1089 km kıyıya sahip,   yarı kapalı, büyük ölçüde kirlenmiş, sınırlı düzeyde su alışverişi olan, sorunlu   bir iç denizdir. Aslında Marmara’nın bu “iç deniz” tanımlamasına tam uymadığı, gerçek anlamda bir deniz olarak değil, Karadeniz ile Akdeniz arasında bağlantıyı sağlayan boğazlar sistemi üzerindeki bir genişleme olarak görülmesi gerektiği ifade edilmektedir. Hidrografik yapısı da,   denizden çok bir haliç karakteri göstermektedir.
 
Kirletici girişlerinin kendi kendisini arıtabilme kapasitesinin üzerine çıkmaya başladığı 1975 yılından bu yana Marmara’da kolayca algılayabildiğimiz köklü değişimler olmuştur.
 
Kirlilik diğer denizlere nazaran en üst düzeydedir. Haliç, İzmit, Gemlik, Mudanya, Bandırma körfezleri en önemli kirlilik odakları durumundadır. Gerek kıyılarda ve gerekse Marmara’ya dökülen akarsular üzerinde kurulan sanayi kuruluşlarının zehirli atıkları, yöredeki yerleşim merkezlerinin kanalizasyonlarını hiçbir arıtmadan geçirmeden boşaltmaları ile kirlilik her geçen gün artmaktadır. Bütün bunlara bir de yoğun deniz trafiği sırasında boşaltılanları da eklersek tehlikenin ne kadar büyük boyutlarda olduğunu görürüz.
 
Bu sonucun gerçekleşmesinde önde gelen etken Haliç’ten çıkan pisliklerin gelişigüzel Marmara’ya atılması olmuştur. Bilindiği gibi Haliç, senelerce büyük bir açık fosseptik olarak kullanılmıştır. Buraya akıtılan atıklardan katı parçacıklar çökelmekte, organik kirleticiler seyrelmekte ve Marmara Denizine ulaşıncaya kadar zararları önemli derecede azalmakta idi. Marmara da bu oranda bir kirliliği seyreltebiliyordu. Önce, Haliç’in dibinden çıkan çamur Marmara’ya atılıp daha sonra da “kuşaklama” yöntemi ile Haliç’e gelen bütün kirletici unsurlar arıtılmadan doğrudan verilince genel denge bozuldu.
 
Bugün deşarj edilen günlük atık miktarı 2,5 milyon tondur. Marmara Denizini çöp havuzu sayarak bırakılan bu kadar büyük miktarda atığın içerdiği organik maddeler oksijeni hızla tüketmiştir. Bu gerçeğe karşın İstanbul’un ve kıyıdaki diğer yerleşimlerin evsel atıklarının derin deşarj ve alt akıntı safsatası ile Marmara’ya bırakılması çöküşü hızlandırmıştır. Kanıtlanmıştır ki alt akıntı bırakın Karadeniz’e ulaşmayı, daha Fenerlere varmadan üst akıntı ile karışmaktadır, ulaşabilen ise sadece 1/10 dur.
 
Politika oluşturma, plan yapma ve yönetme durumunda olanlar işte Marmara’nın bu kendi hidrografik yapısının kirlenmedeki etkisinin bilincinde ne yazık ki olamadı.
 
Sonuçta, suyun güneş ışığını geçirgenliği azaldı ve deniz dibi bitkilerinin fotosentez yeteneğinde değişmeler oldu, çözünmüş oksijen büyük oranda azaldı. 1983 yılından bu yana 25 m den daha derin suları pek çok deniz canlısı için yaşanamayacak duruma gelmiştir.
 
Marmara Denizi artık kendini yenileyememektedir. Uğradığı aşırı kirlenme karşısında kendi oksijen gücü yetersiz kalmaktadır.
 
Yaşanılan toplu balık ölümleri, balıkların boğularak ölmesi bütün bu birikimlerle gerçekleşti ve Marmara’dan üretimi yapılan tüm çift kabukluların Avrupa Birliği ülkeleri tarafından ithali yıllardır yasak. Marmara’nın 127 tür balığı; Mezgit, Kolyos, Lüfer ve İstavrit’e indi. Ülkemizin su ürünleri üretimindeki katkısı da %22 den %6 lara düştü.
 
Bütün bunlar 1982 Anayasası’nın 56. maddesinde ifadesini bulan “çevre hakkı” anlayışının giderek geliştiği ve çevre koruma bilincinin yaygınlaştığı ve bu doğrultuda önemli yasal düzenlemelerin yapıldığı, uluslararası sözleşmelere taraf olunduğu bir süreçte gerçekleşmiştir.
 
 
  1. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi
 
 
Uluslararası yükümlülükler getiren temel metin, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’dir. Sözleşme, deniz çevresinin korunmasını ve esirgenmesini devletlerin genel bir ödevi olarak düzenlemektedir. Bu çerçevede devletler, denizin çeşitli kaynaklardan kirlenmesinin önlenmesi, azaltılması ve denetim altına alınmasına ilişkin normları, standartları ve tavsiye edilen uygulamalar ve yöntemleri saptamak amacıyla hem evrensel, hem de bölgesel düzeyde işbirliği yapacaktır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi kapsamında “deniz çevresinin kirlenmesi”nin tanımı şöyledir: “insan tarafından, canlı kaynaklara ve deniz yaşamına zarar vermek, insan sağlığını tehlikeye sokmak, balıkçılık ve denizin hukuka uygun öteki kullanımları gibi deniz faaliyetlerini önlemek, deniz suyunun kullanım kalitesini bozmak, denizin yararlarını azaltmak gibi olumsuz etkiler yaratan maddelerin ya da enerjinin, dalyanlar da dahil olmak üzere deniz çevresine, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bırakılmasıdır.”
 
Kısaca, “1973/79 Marpol” olarak ifade edilen “Denizlerin Gemiler Tarafından Kirletilmesinin Önlenmesine Ait Uluslararası Sözleşme” gemilerden kaynaklanan kirliliğin önlenmesi konusunda taraf ülkelere yükümlülükler ve haklar getirmektedir.
 
Ayrıca, birbirleriyle bağlanmalarını sağlayan sistemi oluşturduğu ifade edilen Akdeniz ve Karadeniz’in korunmasına ilişkin iki ayrı uluslararası sözleşmenin hükümleri de Marmara için emsal oluşturabilecek ayrıntıdadır. Bu sözleşmeler; “Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunmasına Ait Sözleşme” (1976 - Barcelona) ve “Karadeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi” (1992 – Bükreş) dir. (Özkan vd., 2000)
 
2.1.        İçsular ve Uluslaraşırı Ekoloji
 
Türkiye’nin içsuyu durumunda olan Marmara Denizi’nin uluslararası sözleşmeler kapsamında değerlendirilmesi yadırganabilir. Ancak unutulmamalıdır ki çevre ve çevresel politikalara ilişkin kaygılar, artık ulusal sınırları aşmıştır. Ortak ekosistemlerin, örneğin okyanusların, uzayın, kutupların ya da daha yerel boyutta içsuların birlikte yönetimi gündemdedir. İnsan soyunun doğal yaşam çevresi tehlike altındadır. Sorun bu kadar küreselleşmiştir ve hiçbir insanın bu sorundan kendisini soyutlaması düşünülemez. Sorun tüm insanların, tüm ulusların, tüm ülkelerin ortak sorunudur. Ekoloji uluslaraşırıdır. İnsanlığın ortak koruyuculuğundadır. Ne tek bir insan, ne de tek bir ulus doğayı tek başına koruyup geliştiremez. Küresel birliktelik ruhu ortak geleceğimizin ön koşuludur.
 
Dünyadaki teknolojik gelişmeler, ülkelerin siyasal sınırlarını fiilen geçersiz kıldı. Ancak bu sınırları çok daha önceden geçersiz kılan çevre sorunlarıdır. Yalnızca çevre sorunları da değil, çevre değerleri, doğal kaynaklar, denizler, uluslararası akarsular, göçmen kuşlar ve hava; hepsi insanlığın ortak değerleri olarak sınır tanımıyorlar. Bu sınır tanımazlık, dünya ekonomisi ile yeryüzü ekolojisi (“uluslaraşırı ekoloji”) arasındaki karşılıklı bağımlılığı daha da artırıyor.
 
Bir kısım çevrecilerin “ekolojik gölge” dedikleri, ekolojik uzantı ya da ekolojik bağımlılık da diyebileceğimiz bu gerçeğin içinde okyanuslar, atmosfer gibi dünyanın ortak malları (küresel kamu mülkleri, global müşterekler) vardır. Bir ülkenin ekolojik uzantısı  başka ülkelerden ve dünyanın ortak mallarından sağladığı çevresel kaynaklardır.
(Gürseler, 1993) (Mc Neill vd., 1992)
 
“Günümüzde, uluslararası hukuktaki gelişmelerin ışığında, Devletlerin içsulardaki mutlak egemenliğinin eskisi kadar güçlü olarak geçerli olduğu iddia edilemez. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde devletlerin deniz çevresini korumak ve esirgemek konusunda bir genel yükümlülüğü kabul edilmiştir. Bu temel yüküme paralel olarak, devletlerin nüfuz ya da denetimleri altındaki etkinliklerin kirlenme yoluyla yalnızca öteki devletlere, ya da bu ülkelerin çevresine zarar vermemsini sağlamak için gerekli önlemleri almak ödevi olduğu gibi, bunun da ötesinde, bu tür etkinliklerin etkilerinin devletin egemen haklarını kullandığı alanların sınırlarını aşmaması da gerekmektedir.” (Sav, 2001)
 
  1. “Once Ekonomik Kalkınma Sonra Çevre Koruma”
 
Uluslararası yükümlülükler, iç hukukumuz, Çevre Yasası’ndan Kıyı Yasası’na birçok yasa ve yönetmelik koruyucu hükümler içerdiği halde Marmara’nın bugünkü duruma gelmesi önlenememiştir.
 
Böyle bir sonucun oluşmasında temel etken; “önce ekonomik kalkınma sonra çevre koruma” anlayışının genel kabul görmesidir. Enerjiden kentleşmeye, tarımdan ulaşıma hiçbir alanda politikalar belirlenirken bunların çevreye uyumlu olması öncelikli ilke olarak düşünülmemiştir. Marmara Denizi kıyılarındaki yanlış sanayileşme ve kentleşme de bunun sonucudur.
 
  1. Çevre Hakkı
 
Çevre hukukunun gelişimi ve çevresel değerlere hukuksal güvenceler kazandırılması yolundaki örneklerin yaygınlaşmasıyla birlikte çevre,  insan hakları felsefesi alanında tartışılmaya başlamış ve ÜÇÜNCÜ KUŞAK İNSAN HAKLARI ya da DAYANIŞMA HAKLARI çerçevesinde değerlendirilen "çevre hakkı" gündeme gelmiştir. UNESCO'nun da insan hakkı olarak kabul ettiği çevre hakkı, BARIŞ HAKKI, GELİŞME (KALKINMA) HAKKI, İNSANLIĞIN ORTAK MİRASINDAN YARARLANMA HAKKI ile birlikte üçüncü kuşak insan hakları listesi içinde yer alan, “çevre”nin tüm hakların kullanılabileceği mekanı oluşturması nedeni ile de tüm hak ve hürriyetlerin varlık ve geçerlik şartı olarak nitelenen bir insan hakkıdır.(Kuzu, 1997) İnsan hakları ise, bütün insanlara insan oluşlarından dolayı tanınması gereken haklar bütünüdür. Çevre hakkı, bu bütün içinde en temel insan hakkı olan yaşam hakkının, insan olmanın bir uzantısıdır. (Gürseler, 1992) Bu niteliği ile çevre hakkı sağlıklı ve dengeli bir biçimde yaşama hakkını ya da insancıl yaşam koşullarını tehdit eden her türlü çevre sorununun kaynağına karşı direnme hakkını ve talep hakkını içerir. Anayasamızın 56. maddesi de bu tanıma “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” düzenlemesini yaparak katılmıştır.
 
Gelişen özgürlük anlayışı içinde çevre hakkı, bazı önemli haklarla çatışan ve onları sınırlayan bir niteliğe kavuşmuştur. Çevre hakkı, mülkiyet hakkının kabul edilebilir gerçek sınırını oluşturmaktadır. Günümüz ekonomisinde devlet müdahalesinin yeri gittikçe azalırken, çevre hakkının kamu yararına sınırladığı hak sayısı artmaktadır. Serbest piyasada devlet müdahalesi zayıflarken, çevre müdahalesi ve çevre hakkının baskısı artma eğilimi göstermektedir.(Gürseler, 1995)
 
Çevre hakkının bir diğer özelliği de bu haktan yararlananların sadece bugünkü kuşaklar olmamasıdır. Sağlıklı ve dengeli bir çevre bugünkü kuşakları ilgilendirdiği kadar hatta daha da fazla gelecek kuşakları ilgilendirmektedir.
 
  1. Kıyıların Korunması
 
Marmara Denizinin sorunlarının önde gelen bir diğer nedeni kıyılarının hoyratça kullanımıdır. Kıyıların herkesin kullanımına açık olduğu ve özel mülkiyete konu olamayacağı kuralının ve buna ilişkin düzenlemelerin hukuk sistemimizde çok eski bir geçmişi vardır. Ancak kağıt üzerindeki yasal düzenlemeler kıyılarımızı korumaya yetmemiştir. Bundan en başta zarar gören; Marmara kıyıları ve Marmara Denizi’dir. Kıyılarda hızla gerçekleşen sanayi yerleşimi ve yakınında oluşan ekonomik çevrenin neden olduğu nüfus artışı, sağlıksız ve düzensiz kentleşme kıyı kuşağının ekolojik dengesini yitirmesine yol açmıştır. Alt yapının kaldırmasına olanak bulunmayan yoğun nüfusun yarattığı evsel atıkların da eklenmesiyle Marmara Denizi’nin bilinen su ürünleri ve bunların gereksinim duydukları ortam koşulları çok olumsuz etkilenmiştir.
 
Anayasa Mahkemesinin 3621 sayılı Kıyı Yasası’nın “kıyı kuşağı” tanımını yeterli bulmayarak iptal ettiği kararının gerekçesinde, “kıyı kuşağı” düzenlemesinin, çevre koşulları ve kamu yararını gözetecek, kişilere sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama olanağı vermeye yetecek bir derinlik olmadığını belirtmiştir. Yüksek Mahkemeye göre, kıyılardan yararlanmak için yalnızca kıyı alanlarının belirlenmesi yeterli olmayıp, kıyıların devamı olan sahil şeritlerinin derinliğinin de kamunun yararlanmasını engelleyecek ya da ortadan kaldıracak ölçüde dar tutulmaması gereklidir.
 
Bu gerekçe ile verilen iptal kararından sonra 3830 sayılı Kıyı Yasası çıkarılarak kıyı kuşağı (sahil şeridi), kıyı kenar çizgisinden başlayarak kara yönünde en az 100 metre olarak belirlenmiş ve kıyı kuşaklarında yapılacak yapıların kıyı kenar çizgisinden en az 50 metre uzakta olması zorunluluğu getirilmiştir. (Keleş vd., 2002)
 
Marmara’nın yaşadığı bir diğer önemli sorun; denizden ve kıyılardan doğal biçimde oluşmuş ve kıyıya bu niteliğini veren başta kum olmak üzere her türlü unsurun alınmasıdır. Ne yazıktır ki çoğu yerde bu yıkım genelde yerel yönetimler tarafından gerçekleştirilmekte kıyıdan ve denizden alınan kum  çeşitli yapı işlerinde kullanılmaktadır. Oysa Kıyı Yasası’nın 6. maddesi ve Yönetmeliğin 5. maddesi; kıyılarda, kıyıyı değiştirecek boyutta kazı yapılamayacağını, kum, çakıl vesaire alınamayacağını ve çekilemeyeceğini açıkça belirtmektedir. Bu yasakların doğrudan hemşehrilerin gözü önünde kamu kurumları tarafından çiğnenmesi yasalara saygıyı yok etmekte ve diğer yasakları da uygulanamaz hale getirmektedir. Örneğin, Kıyı Yasası’nda ve Limanlar Yasası’nda, kirletici etkisi olan atık ve artıkların dökülmesi yasaklanmıştır. Bu alanların kirlenmesi sonucunu doğuracak her türlü faaliyet yasaya aykırı davranış olarak nitelendirilecek ve cezalandırılacaktır. Kıyı Yasası’nın 15 inci maddesi ve Türk Ceza Kanunu’nun 181  ve 182 nci maddeleri ile Kabahatler Kanunu’nun 41 inci maddesi hapis ve para cezaları içermektedir. (Akın, 1998)
 
 
5.1.        Danıştay Kararında Marmara Kıyıları
 
 
Yaşanılan sorunun farklı boyutlarını ortaya koyması bakımından Marmara
kıyısında, Tekirdağ Limanının tevsii ve konteyner limanı haline getirilmesi amacıyla hazırlanan 1/1000 ölçekli ilave dolgu imar planının yarattığı hukuki tartışmaları özetlemek ve “çevre hakkı”na dikkat çekmek istiyorum. Böylelikle Marmara kıyısında bir önemli bir yatırım ve dolgu kararı verilmesindeki anlayış ve hukuki yaklaşım da ortaya konulabilecektir.
 
Ulaştırma Bakanlığı’nın 12.2.1999 tarihinde onayladığı plan değişikliği ile Tekirdağ Limanının tevsii ve konteyner limanı haline getirilmesi için 120 dönüm alanı kaplayacak ilave dolgu yapılması uygun görülmüştür.
 
Bu idari işlem karşısında; “denizden alan kazanmanın ÇED Ön Araştırma Raporu gerektirdiği halde rapor alınmadığı, bu büyüklükte bir dolgunun ekolojik dengeyi ve kıyı hareketlerini bozacağı nedeni ile Çevre Yasası’na, yer seçimi ve yol bağlantıları yönlerinden şehircilik ve planlama ilkelerine aykırı olduğu gerekçesi ile iptal davası açılmıştır.
 
Danıştay Altıncı Dairesi 25.4.2000 tarih 99/3694E 2000/2418 sayılı kararı ile; “KIYILARDA YAPILAN DOLGULARIN İNSANLARIN VE KURUMLARIN KIYI KULLANIMINI SINIRLANDIRARAK KIYIDAKİ EKOLOJİK DENGEYİ ETKİLEDİKLERİ BİR GERÇEKTİR.” kabulünde bulunduktan sonra   hemen ardından “TEKİRDAĞ’DA YAPILACAK KONTEYNER LİMANIN YARATACAĞI EKONOMİK FAYDA GÖZARDI EDİLEMEZ” denilerek “uyuşmazlık konusu limanın yük taşımacılığı açısından ülkemiz için önemli yararlarının olacağı, istihdam yaratacağı, dolayısıyla yapılmasında kamu yararı bulunduğu” sonucuna varılarak, plan iptali davası reddedilmiştir. Karardaki bu yorum “ekonomik yarar”ın “kamu yararı” olarak değerlendirildiği anlamına gelmektedir ki bu da “önce ekonomi” demektir.
 
Oysa çevre ve ekonomiyi birbirinin karşıtı görmek ve ikisi arasında seçim yapmaya çalışmak yerinde değildir. Böyle bir yaklaşım bizi ekonomi için çevreyi yok edebileceğimiz ya da çevreyi korumak için kalkınmadan vazgeçebileceğimiz gibi bir sonuca götürür. Oysa ne kalkınma ya da gelişme tümüyle durdurulabilir ve ne de çevrenin korunmasından vazgeçilebilir. İnsanlık yaklaşık otuz yıldır refah ve mutluluk ölçüsü olarak sadece ekonomik değerlerin alınmasının yarattığı olumsuzlukları yaşamaktadır. Geniş bir toplumsal güvenlik sistemi, dengeli bir gelir dağılımı, sağlıklı ve dengeli bir çevre gibi ölçütler de ülkenin refah ve mutluluk düzeyinin belirlenmesinde göze alınacak ölçütler olarak kabul edilmelidir. Çağdaş çevre politikalarının temeli, “sürdürülebilir kalkınma” anlayışıdır. Her türlü yatırım kararının alınmasında, ekonomik ve çevresel boyutun bütünleştirilmesi anlamına gelen “sürdürülebilir kalkınma”, bugünün gereksinimlerini ve beklentilerini gelecek kuşakların gereksinimlerinden ödün vermeksizin karşılama yollarından birisidir. “Sürdürülebilir kalkınma” ve “sürdürülebilir yaşam” çağdaş çevre politikasının temel ilkeleridir. (Gürseler, 1993)
 
Türkiye bu anlayışın özellikle yasama ve yürütme boyutunda benimsendiği bir düzeye gelememiştir. Ülkemiz henüz “çevre mi, ekonomi mi?” tartışması aşamasındadır ve temel politikalar belirlenirken ekonomik kaygılar çevrenin korunması kaygılarının önüne geçmektedir.
 
25.4.2000 tarihli bu kararı ile Danıştay 6. Dairesinin “önce kalkınma” anlayışın benimsemesi, Danıştay’ın çevreye duyarlığını gösteren Aliağa, Park Otel, Zafer Park, Güven Park, Gökova, Ergene, Eurogold kararları olarak isimlendirilen kararlar karşısında şaşırtıcı olmuştur. (Yaşamış, 1999)  (Ertan, 1998)  (Gürseler, 1999)
 
Neyse ki Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu 16.10.2003 tarih 2000/1047 esas 2003/707 sayılı kararı ile; “kıyılarda liman tesisi amacıyla 1/1000 ölçekli dolgu uygulama imar planları yapılabilmesi için Kıyı Kanununda belirtildiği üzere kamu yararının açıkça ortaya koyulması, ekolojik özelliklerin dikkate alınmasının yanı sıra insan, toplum, çevre ilişkilerinde kişi ve aile mutluluğu ile toplum yaşantısını yakından etkileyen fiziksel çevrenin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, yatırımların yer seçimi ve gelişme eğilimlerinin yönlendirilmesi ve toprağın korunması, kullanma dengesinin en rasyonel biçimde belirlenmesi gerekliliğine ilişkin imar planlarının hazırlanmasında göz önünde bulundurulacak olan genel ilkelere uyma zorunluluğunun da bulunduğu açıktır.” gerekçesi ile 6. Dairenin kararını bozmuş ve çevre duyarlığını öne çıkaran anlayışı vurgulamıştır.
 
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun çevre duyarlığını öne çıkaran bu kararı insan hakları anlayışındaki gelişimi de içermektedir.
 
5.2.        Sayıştay’ın 3.10.2006 Kıyıların Kullanımının ve Planlanmasının Denetimi Raporu:
 
Kıyılarımızın hızla niteliklerini kaybetmeleri Sayıştay incelemesine konu olmuş ve Kıyıların Kullanımının ve Planlanmasının Denetimi Raporu hazırlanmıştır. Bu raporda; sorunları oluşturan temel neden bütüncül bir yönetim anlayışının oluşturulamaması olarak gösterilmektedir.

“Ülkemizde kıyıları ilgilendiren konular, geniş kapsamlı bir düzenleme yerine birden çok
yasada yer almakta, kıyı yönetimine ilişkin özel bir kurumsal yapı bulunmamaktadır. Kıyıların koruma-kullanma dengesini sağlamaya yönelik yönetim politikalarının belirlenmemesi, bilim çevrelerinin çalışmalarının yeterince dikkate alınmaması, uygulamaların ve yasal düzenlemelerin bu alanların iyi kullanımına değil, yalnızca kullanımına ve gelir elde edilmesi konusuna odaklanması sonucunda, mevzuatımızda kıyıların korunmasına ilişkin hükümler de göz ardı edilmiş, izinsiz, plansız ve doğal yapıya zarar veren uygulamalar önlenememiştir.”
       Raporda yer alan bazı tespitleri şöylece özetleyebiliriz;

”- Türkiye’de kıyı alanlarına özgü ayrı bir yönetim modeli oluşturulmamıştır. Bu alanlardaki kullanımın planlama, planları onaylama ve görüş bildirme yetki ve görevleri değişik kurumlar arasında dağılmıştır.
- Planlama konusunda değişik kanunların farklı kurumlara yetki vermesi, kurumlar arasında yargıya intikal eden anlaşmazlıklara yol açmakta, bu durum planlama çalışmalarını aksatmakta, plansız kullanımlara yol açmaktadır. Kıyı alanlarının kullanımı konusunda da kurumlar arasında yetki anlaşmazlıkları yaşanmaktadır.
- Kıyı alanlarının planlamasında plancı, uygulayıcı, yatırımcı sektör ve kişiler için uyulması gereken esasları belirleyen Çevre Düzeni Planları tamamlanmamıştır. Planlama çalışmalarında yol gösterici üst ölçekli planların eksikliği, sağlıklı planların yapılması açından risk teşkil etmektedir.
- Planlama çalışmaları için ihtiyaç duyulan haritaların ve diğer verilerin elde edilmesinde sorunlar bulunmaktadır. Bu alanda kurumlar arasında bilgi paylaşımının yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.
- Kıyı alanlarının planlanmasında koruma - kullanma dengesi sağlanamamakta, kullanma amacının öne çıktığı görülmektedir. Kıyılarla ilgili faaliyet gösteren kurumların mevzuatlarında, kıyıların koruması amacına yönelik hükümlerin yer almasına karşın, uygulamada bu hükümler yeterince dikkate alınmamaktadır.
- Kıyı alanlarında planlama ve uygulama yapılabilmesi için ilk ve zorunlu unsur olan kıyı kenar çizgilerinin tespitinde sorunlar yaşanmaktadır. Kıyılarımızın ne kadarında kıyı kenar çizgisinin tespiti yapıldığına ilişkin güncel ve derlenmiş bilgiler mevcut değildir.
- Kıyı Kenar Çizgisi tespit komisyonlarının çalışmalarında esas alacakları bilimsel kriterlerin belirlendiği düzenlemeler bulunmamaktadır. Bu durum Kıyı Kenar Çizgisi tespitlerinde hatalara yol açmaktadır. Hatalı tespitler, planlama ve yapılaşmada da yanlış uygulamalara sebep olmaktadır.
- Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kıyılarda özel mülkiyetlerle ilgili tapu iptal davaları genellikle Kıyı Kenar Çizgisi tespitinden uzun zaman sonra açılmaktadır. Tapu iptaline kadar geçen süre içinde kıyıda kalan mülkiyetler el değiştirmekte ve hukuki ihtilaflara konu olmaktadır. Kıyı Kenar Çizgisi tespiti sonrasında kıyıda kaldığı belirlenen ancak daha önce tapu kayıtlarına, imar planlarına ve ruhsata uygun olarak yapılan ve kullanılan taşınmazların sahiplerinin mağduriyetini önleyecek bir sistem kurulamamıştır.
- Kıyı alanlarını ilgilendiren çok sayıda yasal düzenleme bulunmaktadır. Bu düzenlemelerin görev verdiği farklı kurumların kıyı alanlarında değişik açılardan denetim yapması, aralarında koordinasyonun sağlanamaması denetimin etkinliğini azaltmaktadır.
- Kıyılardaki uygulamaları kontrol görevi bulunan kurumların, özellikle belediyelerin kıyı mevzuatı konusunda yeterli ve bilgili personel ihtiyacı içinde oldukları görülmüştür. Yasal ve idari prosedürün uzaması, mahkeme kararlarının uygulanmaması, kıyı alanlarına usulsüz müdahalelerin önlenmesinde risk oluşturmakta, bu tür eylemleri denetlemek ve önlemekle görevli olanları olumsuz etkilemektedir.
- Kıyılarda düzenli denetim yapılmaması, doğal yapıyı bozan ve usulsüz eylemler hakkında genellikle şikayet üzerine bilgi sahibi olunması nedeniyle bu tür eylemlerin hangi bölgelerde yoğunlaştığı, nedenleri, artma veya azalma eğilimleri bilinememekte, etkili önlemler almak için politika belirlenememekte, zamanında tedbirler alınamamaktadır.
- Tespit edilen kıyı ihlalleri zaman alan yazışmalara konu olmakta, bu eylemler hakkında genelde işlem yapılmamaktadır. Başlangıç aşamasında önlenemeyen bu tür eylemlerin sonradan kaldırılması son derece güç ve masraflı olmakta, bozulan doğal yapının eski durumuna getirilmesi imkansız bir hal almaktadır.
- Devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan kıyı alanlarındaki yasal olmayan uygulamaların ecrimisil alınarak sürdürülmesi, bu alanların yeterince korunamadığının ya da gelir elde etmek amacıyla işgallere göz yumulduğunun bir göstergesi olarak algılanmaktadır. Ecrimisil uygulamasına konu olan eylemler uzun yıllar devam etmekte, işgaller genellikle kaldırılmamaktadır.
- Kıyılardaki işgal eylemleri sadece haksız kullanım değil, birçoğu aynı zamanda kıyının doğal yapısını da bozan eylemlerdir. İşgallerin sayı ve alan olarak artması, bu alandaki denetimin yetersizliği yanında, tespit edilen ecrimisil miktarlarının da caydırıcı olmadığını ortaya koymaktadır.
- Yalnızca özel kişi ve işletmeler değil, kamu kurum ve kuruluşları da kıyıları usulsüz, doğal yapıya zarar verici, eşit ve serbest yararlanmayı sınırlayıcı şekillerde kullanmaktadır. Özellikle kıyılardaki uygulamaları denetlemekle görevli kurumların da kıyı mevzuatına aykırı uygulamalar yapması, kıyılardaki kullanımların denetiminde etkinliği azaltmaktadır.”

5.2.a.  Sayıştay’ın çözüm önerileri:

- ”Kıyı alanlarındaki planlama yetkisini dağınık yapısından kurtaracak, sadeleştirecek yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğu vurgulanan raporda, özetle şu önerilere yer verildi: - Değişik kanunlarda farklı kurumlara tanınan planlama yetkisinin, tek düzenleme çatısı altında toplanmasının, bu alanda uzman olan bir kuruma bırakılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
- Kıyıların özellikleri ve hangi kullanımlara uygun olduğu tespit edilerek üst ölçekli planlar üretilmelidir. İlgili kurumların, planlama aşamasında doğru kararlar almasına olanak veren, kıyıların bütün özellik ve önceliklerini gösteren bir bilgi sistemi oluşturulmalıdır.
- Planlama çalışmalarında kıyıların korunmasına yönelik mevzuat hükümlerine işlerlik sağlanmalıdır. Kıyı planlamasında koruma-kullanma dengesinin sağlanabilmesi için planlarda öngörülen kullanım şekillerinin doğal yapıya nasıl bir etki yapacağı, olumsuz etkilerin ne şekilde azaltılabileceği konularında çalışmalar yapılmalı ve önlemler alınmalı.
- Kıyılarımızın ne kadarında Kıyı Kenar Çizgisi tespiti yapıldığı Bayındırlık ve İskan Müdürlüklerince tespit edilmeli, bu tespitler Bayındırlık ve İskan Bakanlığında bulunmalı, kıyıların ne kadarında Kıyı Kenar Çizgisi eksiği bulunduğu görülebilmeli.
- Özellikle turizm açısından önem arz eden ve yerleşimin yayılma ihtimali bulunan bölgelere öncelik verilerek Kıyı Kenar Çizgisi tespitleri tamamlanmalı.
- Kıyı Kenar Çizgisi tespitlerinin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi amacıyla, kıyılarla ilgili çalışma ve araştırma yapan bilim adamlarının da görüşü alınarak su hareketlerinin oluşturduğu alanların doğal sınırlarının belirlenmesine ilişkin bilimsel kriterler tespit edilmeli.
- Kıyı Kenar Çizgisi tespitlerinin kadastro çalışmalarından önce veya eş zamanlı olarak yürütülmesinin bu alandaki mülkiyet ihtilaflarını azaltacağı düşünülmektedir. Kıyı Kenar Çizgisi tespitinden önce yasalara uygun olarak edinilen mülkiyetlerin sonradan kıyıda kaldığının belirlenmesi üzerine tapuların iptal edilmesi, tapu sicillerine güvenerek işlem yapanların mağduriyetine yol açtığından bu alanda yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır.
- Kıyılardaki uygulamaların denetiminin etkin bir şekilde yapılabilmesi için ilgili kurumların kıyı ihlallerinin giderilmesi konusundaki görevlerini yerine getirmekten kaçınmasını önlemeye, denetim sistemini sadeleştirmeye yönelik yasal düzenlemelere, yetki ve görevlerin açık, net bir şekilde belirlenmesine ihtiyaç vardır.
- Kıyılardaki usulsüz ve doğal yapıyı bozan uygulamaların sayısı, şekli, hangi bölgelerde yoğunlaştıkları, artma ve azalma eğilimleri, nedenleri valilikler ve belediyelerce işbirliği içinde yapılacak çalışmalarla tespit edilmeli. Elde edilecek verilerin ışığında önlemler belirlenmeli ve uygulanmalı, kıyı ihlallerinin başlangıç aşamasında tespit edilerek önlenmesi sağlanmalıdır.
- Kıyıların doğal yapısını bozan ve zarar veren kullanımların ecrimisil veya kira uygulamalarıyla devamına izin verilmemeli, kıyılardan herkesin eşit ve serbest yararlanma hakkını ortadan kaldıracak veya sınırlandıracak şekilde kira uygulaması yapılmamalıdır.”
 
  1. Çevrecilik; Eğemen Kültüre Başkaldırı
 
Görülmektedir ki ulusal ya da uluslararası mevzuat, yargı kararları çevre sorunlarının önlenmesinde tek araç değildir. Yeterli yasaları uygulayacak yeterli yöneticilere, yeterli politikaları oluşturacak yeterli politikacılara gereksinim vardır. Vatandaşlar olarak da çevre korumanın bir maliyeti olduğunu ve bu maliyete katlanmanın kendimiz, gelecek kuşaklar ve gezegenimiz için bir zorunluluk olduğunu kabul etmemiz gerekir.
 
İnsanlığın bugün ulaştığı uygarlık düzeyi ve kazanımlar gelecek kuşaklar pahasına yaratılmış ve yoksul insan sayısı giderek artmış ise hiçbir ekonomi ya da ekonomik sistem başarılı sayılamaz.
 
Bugünün egemen kültürü “sınırsız tüketim” anlayışına dayalıdır. Çevreci hareket de işte bu egemen kültüre başkaldırı hareketidir. Temel başkaldırı da ekonomi politikalarına yöneliktir. Egemen kültürün dinamiği üretim/tüketim, temel mantığı da daha fazla üretmek ve daha fazla tükettirmektir. Her şey, doğal kaynaklar, teknoloji   üretip tüketmek için vardır. Daha fazla üretip daha fazla tüketmek amaç haline gelmiş ve insanlar tüketim kölesine dönüştürülmüştür.
 
Üretim ve tüketim düzenleri bu mantık ile ve doğanın yasalarına uymayan bir yıkıcılıkla sürüp gittikçe çevre sorunlarının çözümünde başarı sağlanamaz.
 
Bu mantığın değişmesi ise tüketimin amaç değil araç görüldüğü, “sınırsız büyüme” yerine çevre-ekonomi dengesine dayanan, çevreyi kalkınmanın hem kaynağı hem de sınırı gören bir kültürün egemen olmasına bağlıdır.
 
  1. Sonuç ve Öneriler
 
Bu değerlendirmelerin ışığında Marmara Denizi’nin sorunlarına çözüm önerilerimizi şöyle sıralayabiliriz.
 

- Marmara Denizinin havzası ile birlikte çevresel olanak ve sorunlarını değerlendirip, çevreye uyumlu bir kıyı yönetimi politikası belirleme ve bunu uygulama ve yönetme yetkisine sahip özel bir örgütlenme oluşturulmalıdır. Bu kapsamda, Marmara ve Boğazları Belediyeleri Birliği’nin 1989 yılında hazırladığı “Marmara Denizi ve Çevresini Koruma Kanunu” önerisinde olduğu gibi bu örgütlenmeye yasal konum kazandırılabileceği gibi Haziran 2005 de yürürlüğe giren Mahalli İdare Birlikleri Kanunu’nun; su, atık su, katı atık ve benzeri alt yapı hizmetleri ile çevrenin ve ekolojik dengenin korunmasına ilişkin projelerde sağladığı hizmet birlikleri oluşturma olanağı değerlendirilebilir. Ayrıca, Çevre Yasası bu amaçla kurulacak hizmet birliklerine Bakanlığın teknik ve mali yardım yapmasını düzenlemektedir.

- Deniz Koruma Alanları: Denizlerdeki milli parklar olarak tanımlanabilen Deniz Koruma Alanları (DKA), tüm dünyada sualtı ve kıyı değerlerinin korunması için önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu alanlar, yerel ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde, değişen koşullara uyum sağlayacak dinamik tasarımlara sahiptir. Yasal bir temele dayandırılan bu koruma alanları oluşturulmalıdır.

- Yürürlükteki mevzuatın kıyılardaki talanın önüne geçemediği dikkate alınarak gerekli düzenlemeler yapılmalı ve bu düzenlemelerde Avrupa Birliğine uyum süreci dikkate alınarak AB çevre mevzuatında en önemli ilke olan “önleyicilik” esas alınmalıdır.

- Yasal düzenlemeler merkezi ve yerel yönetimler tarafından uygulanmasında; önemli kıyı alanları için uzun vadeli yol gösterici planlar hazırlanmalıdır.

- Kıyı bölgelerinin kalkınması için özel kalkınma ve gelişim planları hazırlanmalıdır.

- Kıyıların ve suların korunmasında uluslararası mevzuat ve yükümlülüklere uyumu hedef alan politikalar uygulanmalıdır.

- Kıyılardaki her türlü yapılaşma tek merkezden planlanmalı ve izlenmelidir.

- Tüm kıyı belediyelerinin evsel atıkları tam arıtılmadan denize verilmemelidir. Belediyeler bu konudaki finans sıkıntılarının çözümünde Çevre Yasası’nın, atık su için; atık su toplama, arıtma ve bertaraf, katı atık için ise; katı atık toplama, taşıma ve bertaraf ücreti alma yetkilerini kullanmalı ve  belde sakinlerinden sağlanan bu kaynakların yerinde kullanılması izlenmelidir.

- Yerel yönetimler atık ve artıkların geri kazanımında yönlendirilmeli ve ortak geri kazanım tesisleri yapımı desteklenmelidir.

- Yöredeki tüm sanayi kuruluşlarının arıtma tesislerini kurmaları ve çalıştırmaları izlenmeli, özendirici vergilendirme uygulamaları yapılmalıdır.

- Deniz araçları denetlenmeli, bunlardan kaynaklanan atıkların toplanması ve yok edilmesi için ortak tesisler çoğaltılmalıdır.

- Akarsularla Marmara Denizin taşınan toprağın önüne geçebilmek için erozyonu önleyecek önlemlere başvurulmalı, ağaçlandırmaya önem verilmelidir. 29.10.2011

 
 
 
 
Kaynaklar
 
Akın Ü. (1998) Idare Hukuku Açisindan Kiyilarin Tabi Olduğu Hukuki Rejim. Yetkin Yayınları, Ankara.
 
Ertan K. (1998) Danıştay Kararları-Özetler, Amme İdaresi Dergisi, 199-203.,
 
Gürseler G. (1992) Dikkat Dünya Tektir. Ümit Yayıncılık, Ankara,  90.
 
Gürseler G. (1993) Yeni Kavramları Tartışmak, Ankara, Birleşmiş Milletler Türk Derneği 1993 Yıllığı, Günümüz Çevre Sorunları, Ayrı Basımı, 143-157
 
Gürseler G. (1993) Türkiye’de Çevre Hukuku, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, sayı:1999/3, 826.
 
Gürseler G. (1995) İnsan Hakları Mı Sanığın Hakları Mı? Yeni Türkiye Çevre Özel Sayısı, İstanbul, 150.
 
Kalelioğlu U., Özkan N. (2000) Türkiyen’in Taraf Olduğu Uluslararasi Çevre Sözleşmelerİ, İzmir.
 
 
Keleş R. Ertan B.  (2002)  Çevre Hukukuna Giriş, Ankara  280-281
 
Kuzu B. (1997) Sağlıklı ve Dengeli Bir Çevrede Yaşama Hakkı, İstanbul, 9.
 
Mc Neill J. (1992) Batının Gölge Ekolojileri, NPQ, C:1-3, Kış, 32
 
Yaşamış F.D. (1999) Türk Çevre Hukuku: Temel İlkelere Genel Bir Bakış.  Türkiye Barolar Birliği Yayını (Prof. Dr. Faruk Erem’e Armağan) Ankara, 901.
 
Sav Ö. (2001) Akdeniz Deniz Çevresinin Korunması ve Bölgesel Bir Düzenleme Örneği. Ankara, 25-26-27
Av. İ. Güneş GÜRSELER | Tüm Yazıları
Hits: 3241