ACIDIR SUSTURAN !

~ 16.11.2011, Av. Muazzez ÇÖRTELEK ~

Küçük bir uçakla Isparta havaalanına indik. Havaalanı ile şehrin arası çok uzunmuş gibi geldi. Canım öyle sıkılıyordu ki, yolun ne zaman biteceğini bile sormak geçmedi içimden. Boş, ıssız bir yoldu. Sonra bir trafik levhası gördüm, alçak dağların, tepelerin arasından döne kıvrıla şehre ulaşan yolun neredeyse kırk kilometreye yakın olduğunu anladım. Göğsümün tam altında, midemin üzerinde yuvarlak ekmek büyüklüğündeki delik, hayır, koca bir boşluk yüzünden günlerdir kendimden önce yürüyor, arabadan önde gidiyor, uçaktan hızlı uçuyordum sanki. On iki gün önce yaşamıştım sevdiğim kadının ölümünü. Neredeyse kollarımda ölmüştü. Aslında kollarımda değil, yoğun bakımda ölmüştü ama öncesinde öyle yoğun yaşamıştım ki onu, bizi, hastalığını, bayram heyecanını, iyileşir gibi göründüğü hallerdeki sevincini, mutluluğunu. Kollarımdayken gidivermiş gibi oldum. Zaten kısa kalmıştı yoğun bakımda. Ölümle en yakın, en sıcak karşılaşmamdı. Ölüm; derin suskunluk. Aklıma o çok mırıldandığım dizeleri geldi Kuliev’in. ”Ölüm sormaksızın gelir / Kara at ak karda ölür”…”Haramsız, hilesiz koşan at / Gücünü saklamadan koşan at”. Sevdiğim o koca kadın sahiden de haramı, hileyi katmamıştı yaşama. Dümdüz koşmuştu hep. Onun annesi bir diğer koca kadın, “Ne düz, ne saf bu benim kızım, okudu, büyüdü, yaşlandı, ama neredeyse koyduğum yerde duruyor, çocuklar gibi derdi”. Acı doldu yüreğime.

Yolda bir delikanlı, asker birliğine en yakın yerde inmek istediğini söyledi, minibüsün şoförüne. Adam nedense çıkartamadı yeri tam olarak; arkadaki yolculardan gençten biri şoföre delikanlının ineceği yeri söyledi, birliğin yolunu da iyice anlattı kendisine. Yolun iki yanı bomboştu, insanlar da, kentler de güneşin tepelerine abandığı alçak dağların arkalarına saklanmışlardı. Minibüs hızlandı ama benim hızıma yetişemiyordu. O hızlandıkça vücudumun ortasındaki boşluğa doluşan hava içimden geçiyor, bedenimin orta yeri soğuktan donacak gibi oluyor, garip bir hıza erişiyor ama yerimden kıpırdayamıyordum. Şehre yaklaşırken yanımdaki adam inmek istedi, hiç konuşmadan yol verdim ona. Canım hiç konuşmak istemiyordu. Kalacağım otelin karşısında “burada ineceğim” dedim. İki sözcük, atladım arabadan aşağıya. Kalacağım odanın numarasını biliyordum, “505”. Resepsiyondaki kadına “505 lütfen” dedim. Tanımıştı, “Kaydınız var” dedi, başımı salladım teşekkür edercesine. Evden sabah onbirde çıkmıştım, beş saattir yollardayım. Taksideki “Havaalanına” sözcüğü ile birlikte hepsi beş sözcükle beş saati geçirmiştim. Odaya çıktım, uyumuşum. Uyandığımda hava kararmıştı, otelin yanındaki uzun, geniş sokağa her gün kurulan köy pazarı, henüz toplanmamıştı. Sokağın ışıkları yanmış, pazarcıların bir bölümü sandalyelerini çekmişler, sohbete dalmışlardı. Tuhaf ama çoğu kadındı; odanın dar, uzun penceresinden onları seyre daldım.

Morcivert bir karanlık bastırmıştı iyice. Dağlar karanlığa gömülmek üzereydi ki, saat tam sekizde; Davraz’ın ardından, alyansa vuran ışık gibi bir anlık parlamasıyla gözümü alan Eylül mehtabının ucu göründü önce, sonra altın yaldızlı tabak gibi yavaş yavaş salınarak yükseldi gökyüzüne. Odamın ışıklarını söndürdüm, elime anahtarımı alarak kapıyı çektim, koridorun sonundaki yangın merdivenlerine açılan kilitli kapıyı açtım, geniş demir merdivenlerden otelin dokuzuncu katındaki büyük sahanlığa çıktım. Eylül’ün on üçlük mehtabı, ışıkları yeni yanan şehrin dağlara yaslanan yüzünü, yüksek tepeleri, alçak tepeleri, her yeri aydınlatıyordu. Doğanın suskun devinimi karşısında kalakalmıştım bir kez daha. Dağlarla ve mehtapla sessiz, uzun bir söyleşiye daldım demir sahanlıkta. “Gece dağlarla söyleşti mi insan, bütün dünya ile söyleşmiş sayılır, gece dağlarla söyleşince, bütün yüzyılla söyleşmiş olurum, ben dağlarla söyleşirken, söyleşmiş olurum yaşamın sonsuzluğuyla….” Şairin dizeleri dökülürken dudağımdan kendi mırıltımı duyarak gülümsedim kocaman. Tam da böyle değildi galiba şiir, ama ne fark ederdi?

Sahanlıktan odaya indim; odanın ışığı sinirimi bozdu, başucumdakinin dışında, yanan bütün ışıkları söndürürken yatağın kenarındaki gazeteler takıldı gözüme; sabah okuduğum bir köşe yazısındaki şu cümleler geldi birden aklıma: “…iki olay oldu son günlerde, biri mecliste ama görmezden gelindi, diğeri meclis dışında, polisin halka uyguladığı biber gazlı şiddet. İkisi de görmezden gelindi, gereği yapılamadı, meclistekiler bile sustu, onlar susacaksa, herkes susabilir artık…”

Susmak; konuşmamak, yazmamak demek miydi? İçimden bir dalga yükseldi, midemdeki o delikten buzlar doldu bedenime: “Ey mehtap” dedim; “Ey denizler, taşlar, otlar, buğdaylar, ağaçlar, ey ayçiçekleri, ateş böcekleri, çekirgeler, tüm hayvanlar, biz insanlardan çok daha eski, çok daha bilgesiniz siz. Bu dünyanın nizamına daha aşinasınız. Neden konuşmuyorsunuz öyleyse bizler gibi? Önceleri konuşuyordunuz da, onca yaşamışlıktan onca acıdan sonra mı sustunuz yoksa? Hani bazen insanlar da, öyle bir acı ile karşılaşırlar ki, bir daha hiç konuşmazlar, tövbe ederler konuşmaya, işte onun gibi tövbe mi ettiniz konuşmaya?

Belki bir gün insanlar da susacak ve bir daha hiç konuşmayacaklar, kim bilir! Dağlar gibi; güneşin ışığına, bulutların akışına göre gölgelenip renk değiştirecekler, kararıp, aydınlanacaklar. Buğdaylar gibi; rüzgarda salınacaklar, ay çiçekleri gibi; güneşin doğumunda yüzlerini yalnızca ışığa çevirecekler, kuşlar gibi mevsimin gizlerini soluyup, göçe koyulacaklar.

İnsanlar, sahi, onlar ne zaman susacaklar tümden? Yeterince acıyı biriktirdiklerinde mi? Acı susturur çünkü. Henüz onca acıyı biriktiremedik mi?

Dünyamızın yüreğindeki ateş dayanamayınca acıya, sıkışıp patlıyor da yanardağ diyoruz ya hani ona, işte o, suskunluktan patlıyor. Yeryüzüne fışkıran ateşiyle, külleriyle, konuşuyor. Ateşin ardından oluşan taşlarıyla, kayalarıyla.

Acı susturur; ama dayanamaz patlar tüm varlıklar. Basınç acıya neden olur, acı ise basıncı yaratır. Önce külleri püskürtür, ateşler yükselir, lavlar akar, sonra donar. Yerin altındaki tabakalar oynar, sürtünür, sürtünür, kırılırlar, deprem olur. Acı susturur, sonra kopar ipler, her şey savrulur. Yine de bir tek insan konuşur. Yeterli acıyı biriktirememiştir de ondan mı? Umudunu tüketememiştir de ondan mı? Hiç üzülmesin kimse. İnsan konuşmadığında artık sadece patlayacaktır.”

Hırslanmıştım, hem de çok. Midemdeki buzun yavaşça eridiğini duyumsar gibi oldum.

Bir soru geliverdi aklıma:
“Konuşmayan insanlar dünyasını kim yönetmek isteyecektir?” Merak ediyorum!

Canım sıkılıyor hala, sabahtan beri dudaklarımdan dökülen beş sözcükle yetiniyorum, konuşmuyorum.

Sadece merak ediyorum.!!!!!!
 

Av. Muazzez ÇÖRTELEK | Tüm Yazıları
Hits: 3135