KADIN SORUNU !
Dünyadaki insan topluluğunun yarısı kadın. Çocukları doğuran, doğdukları andan başlayarak onlarla ruhsal ve bedensel olarak en yakın ilişkiye giren, emziren, besleyen, büyüten, yetiştiren, bir başka yönden bakarsak “diğer yarıyı” biçimlendiren de kadın; itilen, kakılan, erkeğe göre toplumdaki yeri belki öküzümüzden belki arabamızdan sonra gelen, üzerine şiirler yazılan, kurşunlarla yaşamına son verilen, tecavüze uğrayan, baltayla doğranan, yasaklara boğulan da kadın. “Anayurt, anavatan, anayasa, ana tanrıça” hep kadın.
“Anadolu” toprağında ise kadının çilesi bitip tükenmiyor bir türlü.
Temmuz ayının üçüncü haftası Trabzon’un ilçelerinden birinde, sahilden biraz içeride bir dağ köyündeydim. Yıllardır gide gele tanış olduk köyün insanları ile. Gizlileri saklıları kalmadı benden, doğrusu ya, benim de çoğundan. “Avukat” diyorlar; aramızdaki en belirgin ayırım bu sözcükte gizli. Geçen yıllar içinde öykülerini paylaştım, sırlarına tanık oldum. Toplumun bir kesiti olarak nereye doğru evriliyoruz diye izlemeye çalışıyorum hem onları, hem kendimi. Birbirimize daha yakınlaştıkça içimdeki umut ışığı kırılıyor günden güne. Temmuz ayının üçüncü haftasına, o kısacık süreye sığan dört kadın öyküsü anlatacağım sizlere:
Yaşı 35; ailenin beş kızından üçüncüsü. Dokuz yıldır evli amcasının oğluyla. Diğer dört kızın hepsi onun, ailenin en duyarlı, zeki, çalışkan kızı olduğunu söylüyorlar. Uzun yıllar çocukları olmamış. Tüp bebek denemişler. Maddi katkıyı en büyük kız yapmış kardeşi için, çocuğu olmazsa kocası ile amcasının yanında küçük düşmesinler diye.
Hazal iki buçuk yaşında. Çok hastaydı, ateşlenmiş cayır cayır yanıyordu günlerdir. 35 yaşındaki bu genç kadın ne kendi başına, ne kardeşleri ile, ne benimle ne de babasıyla çocuğunu Trabzon’a götüremedi. Kocası Bayram izin vermedi. Herkesi araya soktuk, o sabah hastaneye gidecekler diye biliyorduk, “dağ havası iyi gelir” diye sabah erkenden yaylaya göndermiş kocası. Yayla iki buçuk saatlik yol. Öğleden sonra bir telefon çaldı. Sabah bindiği minibüs arızalanmış, akşamüzeri saat üç buçukta hala varamamışlar yaylaya. Hazal da ağlıyordu anası da telefonda.
Yaşı 24; ailenin en küçük kızı. İlkokuldan sonra okutmamış babası. 21 yaşında Açık Öğretime devam etmek isteyince büyük ablasının kocası yaptırıyor kaydını. Babadan gizli ders çalışmaya, sınavlara girmeye çabalıyor. Birlikte olduğumuz hafta, zamanı çok güzel değerlendirmişti. Hafta sonunda ise bir yolunu bulup sınavlara girmeyi planlıyordu. Babası cuma günü için yaylaya bedava gidecek bir minibüs bulduğunu, cumartesi, pazar köyde kalamayacaklarını söyleyince ağlamaya başlamıştı gizli gizli köşe bucak. Herkesle birlikte o da yaylaya çıktı, anası Ayşe’nin ve ineklerin yanına gitti. Telefondaki hüzün dolu sesi kulaklarımdan gitmiyor.
Yaşı 19; kendiköyünden birine tutulmuş. Yıllardır herkes biliyor bunu. Delikanlıyı da tanıyorlar. Aile, bu gençlerin isteklerine kulak asmıyor, üniversite mezunu eli ekmek tutan efendiden bir başka genç adamla nişanlıyorlar kızı. Ev eşyaları alınıyor, nikah günü belirleniyor, ama nikahtan hemen önce iki genç kaçıp evleniyorlar. İşi sağlama alıp resmi nikahı da yapıyorlar. Kız akşam evine gitmeyince, köy yerinden oynadı. Herkes gece yarısı demeden birbirini aramaya başladı, kahvenin ışıkları yandı, çoğu birbirine çok yakın akraba olan komşular akın akın diğerlerine haber ulaştırmaya koyuldular, sabahı sabah ettiler. Bu konu günlerce konuşuldu, daha da konuşulacak kuşkusuz. İşin acı yanı, çok ağır bir biçimde suçlanan yalnızca iki kişi vardı. Kaçan kız ile annesi. Anneyi gördüğünüzde insan içine çıkacak halinin kalmadığını da görüyordunuz.
Yaşı 31; on altı yaşında evlendirmişler. Birkaç gün evli kaldıktan sonra kocası Almanya’ya gitmiş. Evlendiğinde, hem bir suçtan yargılanıyormuş hem de askerlik yapmamış. Aile yargılandığından da Almanya’ya gideceğinden de haberdar olduğu halde 16 yaşındaki kızlarını bu yakın akraba oğluna vermekte bir sakınca görmemiş. Kızın ise dünyadan haberi olmamış. Kocası nasıl becermişse bir yolunu bulmuş, on beş yıldan beri Almanya’dan hiç dönmemiş. 31 yaşındaki bu gencecik kadın on beş yıldan sonra artık bunalıma girmiş. Bir akşam yanlarında konuk olduğum aileyi ziyarete geldiler anne, babası ve kardeşleri ile birlikte. Yanıma, avurtları çökük, dışarıya doğru fırlamış kocaman siyah gözlerindeki sabit bakışlarla dalıp giden, küçücük, mini minnacık çocuk gibi biri oturdu. Usulcacık beni daha önce gördüğünü söyledi, evdeki kızlardan biri ile hikayeyi anlatmaya başladılar. Annesinin söze girmesiyle birlikte o küçücük genç kadından uğuldar gibi vahşi bir böğürtü duyuldu. “Şehirdeki avukata da gitmeyeceksiniz hiçbir zaman, canıma kıyacağım, bilmiş olun” diye bağırmaya başladı. Boşanmak istiyordu ama ailesi onu yıllardır oyaladığından hiçbirine güveni kalmamıştı. Yemeden içmeden kesilmiş, ağır bir bunalımın içinde perişan bir durumdaydı. Annesi dahil hiç kimsenin onu umursamadığını bilecek kadar bilinçli ve duyarlıydı. Onlar gidince altı, yedi sene önceki fotoğraflarını gösterdiler, hatırladım, öyle güzeldi ki.
Kendimizi hiç kandırmayalım. Erkek dünyasında egemen olan ve yaşamdaki pek çok alanı kapsayan “erkek yapar ama kadın yapamaz”, “erkeğe mubah, kadına ayıp, yasak, günah” sayılan duygu, düşünce ve uygulamalar doğrudan ya da dolaylı olarak sürüyor ve sürdürülüyorsa, yöneten iradenin yenilik diye sunduğu düzenlemeler, erkeğe takılacak kelepçeler, kadına bakışı değiştirmeyecek, kadının yaşamdaki yeri, hareket alanı değişmeyecek, toplumda hak ettiği çağdaş düzeye doğru hızlı ve anlamlı bir hamle yaşama geçemeyecektir. Öyle ki bu sahnede, kadının kadına yaklaşımında bile erkekle aynı dili konuştuğuna tanık olunabilmektedir.
Kadına bakıştaki yasakçı, baskıcı, engelleyici, çifte standartlı anlayış ve yaklaşımların zihinlerden arındırılması için bu yasakları doğuran kaynakların gerçekçi olarak belirlenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Kadına karşı öncelikle zihinlerde oluşmuş ve oluşmakta olan yasakçı ve engelleyici yaklaşımların kaynakları arasında belki yasalar da yer almaktadır; oysa kanımca yasal düzenlemeler, içlerinde en masum olanlarıdır. Yasakçı ve baskıcı anlayış her zaman zaten hem kadının hem erkeğin üzerine abanır. Ancak, aile içindeki ve okuldaki eğitimin, dinin, toplumsal yerleşik geleneklerin, yanlış yorum ve uygulamaları bütün ağırlığıyla kadının üzerine bir kez daha çöreklenmekte, yasakçı ve baskıcı anlayıştan nasibini çokça almış olan erkeksi toplum, boşluk bulduğu her alanda kadının üzerine adeta çökmektedir.
“………..SORUNU”
Ülkemizde, tırnak içindeki boşluğun başına hangi sorunu yerleştirecek olursak olalım, “KADIN SORUNU” çözülmeden o boşluğun içine yerleştirilecek sorunların, çözülüyormuş gibi olacağını ama ne yazık ki hiçbir zaman gerçekten üstelerinden gelinebileceğini düşünemiyorum.
Hits: 3230