Bu yazı 27.09.2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanmıştır. Bu günlerde "Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı" yeniden gündeme geldiğinden yazıyı aynen yeniden yayınlıyoruz.
60. hükümet programında; “İhtilafları çıkmadan önlemek amacıyla “Koruyucu Hukuk” uygulamaları daha da geliştirilecektir” taahhüdünde bulunulduktan sonra, “Uyuşmazlıkların hızlı, basit, az giderle ve etkin bir şekilde çözülmesini sağlamak ve böylece yargı organlarının iş yükünü azaltmak amacıyla, özellikle hukuki uyuşmazlıklarda alternatif çözüm yollarını öngören yasal düzenlemeler yapılacaktır” denilmektedir.
Gazetelerde daha sonra yer alan bu konudaki haberlere göre, hukuksal uyuşmazlıklarda alternatif çözüm yollarına örnek olarak Avusturya modeli gösterilmekte, benzer uygulamanın Türkiye’de yerleştirilmesi için yasa çıkartılacağı belirtilmektedir. Gazete haberlerine göre; “boşanma, nafaka, mal paylaşımı, miras gibi her türlü özel hukuk anlaşmazlıklar(ını) hakim önüne gitmeden taraflar anlaşıp ‘arabulucu’ (mediatör) önünde çözecek.” ‘Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı’ tartışmaya açılmış bulunmaktadır. Tarafımızdan incelen bu Tasarıda gazete haberlerindeki “mahkemesiz adalet” projesine uygun bir özellik görülmemiştir.
Ancak, konu Hükümet programında yer aldığına ve mevcut hükümetin yasa çıkartma yöntem ve özelliği dikkate alındığında, gazetelerdeki magazinsel yaklaşımın aksine, konunun önem ve ciddiyetine ve yaratacağı sonuçlara dikkat çekmeyi görev sayıyoruz.
Devletin temel üç yetkisinden birisi olan yargılama, yine devletin varlık nedenleri arasında bulunan adaleti sağlama görevinin bir gereği ve sonucudur. Peşin olarak belirtmeliyiz ki, 60. Hükümet programında yeni bir “buluş” gibi sunulan arabuluculuk, adaletin yerine getirilmesinde yararlı olmayacağı gibi, böyle bir uygulama, bazı kesimlerce bir özlem olarak arzulanan çok hukukluğu hayata geçirmenin gizlenmiş yöntemi olarak kullanılabilecektir.
Tahsin Yücel, “Gökdelen” adlı romanında, İstanbul’u New York gibi gökdelenler kenti haline getirmeyi kafasına koymuş zengin müteahhidin, bu hedefine ulaşmasına engel olan mahkemelerin aşılması için, ünlü avukatının ortaya attığı yargının özelleştirilmesi konusunu, fantastik ancak gerçekçi bir kurgu çerçevesinde işlemiştir. Roman, her şeyin özelleştirildiği bir ortamda tek kamusal faaliyet olarak yürütülen yargının özelleştirilmesine hükümetin nasıl dört elle sarıldığı, bu çerçevede yer alan ilişkiler ağını başarıyla işlemektedir. Ancak, özelleştirmeler sonucu ortaya çıkan aşırı yoksulluk ve zenginlik, yılkı atları gibi doğaya terkedilmiş milyonlarca “yılkı adamlarını” yaratmış, özelleştirme yanlılarınca bile bu kadarı da olamaz dedirten sistem, sonuçta yılkı adamları tarafından çökertilmiştir.
‘Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı’ yla yapılmak istenilen aslında yargının bir tür özelleştirilmesidir. Adında ‘adalet’ olan iktidar partisinin, toplumsal yapımıza ve devlet geleneğine uymadığı açık olan böylesine uçuk projelerle adalet dağıtılamayacağını kendisinin de bildiğini sanıyoruz. Çünkü mevcut hukuk sistemimizde uzlaştırma amacıyla yapılan düzenlemeler zaten bulunmaktadır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasasında yer alan tahkim, Avukatlık Yasasının 35/A maddesinde yer alan uzlaştırma ve son olarak Ceza Muhakemesi Yasasında yer verilen uzlaştırma kurumları, belli uyuşmazlıkların mahkemeler dışında çözümünü mümkün kılmaktadır. Ancak, var olan bu kurumların işlemediği, vatandaşların bu kurumlara itibar etmediği, uygulamanın ve istatistiklerin ortaya koyduğu kesin bir gerçekliktir. Öyleyse bu tür önerilerde ısrarcı olmasının nedenini, başka yerlerde aramak gerekiyor.
Bu bakımdan bizi endişelendiren sorun, “Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı”nda yer almayan ancak gazete haberlerinde yer verilen, “boşanma, nafaka, mal paylaşımı, miras” konularında arabulucuya başvurulacağı ve arabulucunun vereceği kararın mahkeme kararı hükmünde olacağı hususudur.
Eğer gazete haberleri doğru ise, (gerekli tepki gösterilmediği taktirde aynen yasalaşacağından emin olabiliriz) yapılmak istenen, Türk hukuk devriminin temelinde yer alan laik hukuk anlayışının temeli olan Türk Medeni Kanununun ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, laik esaslara göre düzenlenmiş olan Türk yurttaşlık hukuku, bu özelliğini yitirecek, özellikle evlenme, boşanma, miras konular özelleştirilmekle Cumhuriyetin temelini oluşturan laiklik büyük yara alacaktır. Tasarıya göre, Arabulucu olarak seçilecek kişilerin hukukçu olmalarına bile gerek duyulmamıştır. Bu durumda ‘herkes’ arabulucu olabilecek, büyük olasılıkla taraflar arabulucularını seçtiği gibi, kendilerine uygulanacak kuralları da belirleyecektir. Herkesin kendi hukukunu seçmesi anlamına da gelecek olan bu uygulama sonucunda, en az ülke birliği ve bayrak birliği karar önemli olan hukuk birliği ortadan kalkacaktır. Bazı çevrelerin Medine Sözleşmesi özlemi böylece hayata geçecektir.
Hukukun aydınlanma sonucu ortaya çıkan modern yaşam biçiminin toplumsallaştırılmasında araçsal bir işlev gördüğü bilinmektedir. Cumhuriyet temellendirilirken, aynı işlev yapılan köklü değişimlerle Türk hukukuna da yüklenmiş, bu çerçevede, laik yaşam biçimini yerleştirmek üzere Türk Medeni Kanunu ve birçok yasa yürürlüğe konulmuştur. Atatürk, aydınlanmanın temelinde bulunan akılcılığı esas alan sayısız uygulamayı toplumsal yaşama geçirerek toplumda zihinsel bir çağ değişimini amaçlamış, bu amacı gerçekleştirmek üzere hukukta da devrim yapmıştır.
Hukukun modernitenin yerleştirilmesi işlevine yönelik eleştiriler elbette yapılmıştır. Ancak, her şeyin rasyonel olarak tasarlandığı ve insanı soyut bir varlık olarak ele alan pozitivist hukuk anlayışına, bu mekanik tutumu nedeniyle yöneltilen haklı eleştirilerin, bireyi ve toplumu özgürleştirme ve adaleti gerçekleştirme adına bu gün yapılan kerameti kendinden menkul düzenlemelerle bir ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye de modernleşme süreci kesintiye uğrayarak tam olarak gerçekleştirilemediğinden, (dinsel, etnik ve feodal bağlar tam olarak çözülemediğinden), hukukun modernleşmenin tamamlanmasına hizmet eden işlevini ortadan kaldıracak şekilde özelleştirilmesi, özgürlük yerine bağımlılığı, eşitlik yerine adaletsizlik sonucunu doğuracak, kişilerin cemaatçi bağımlılıkları artacaktır.
Ankara Hukuk Mektebinin açılışında yaptığı konuşmada “köhne hukuk erbabının” Cumhuriyetin en sinsi can düşmanı olduğunu belirten Atatürk, bu kişilerin devrimci ülküleri mahkum etmek için sindikleri yerden fırsat kolladıkları saptamasında bulunmuştur.
Konuya dikkate çekerken, henüz yılkı adamları durumuna düşmemiş hukukçuların ve hukuk kurumlarının, yeni anayasa yapma tartışmalarının yaşandığı bu günlerde daha dikkatli olmasını, yargının sorunlarında bilinen çözüm yolları dışındaki kaotik sonuçlar doğuracağı açık olan önerilere karşı durmaları gerektiğini düşünüyoruz.
‘Koruyucu hukuk’ adına, insan hakları çerçevesinde gelişen hukuk normlarını bir tür kadı görevini yapacak arabulucunun keyfi değerlendirmesine terk ederseniz, belki çok hukukluluk özlemine ulaşırsınız, ancak adaleti, güçlülerin kolayca delip geçtikleri zayıfların takılıp kaldıkları bir örümcek ağına çevirmiş olursunuz.
Av. Başar YALTI
Cumhuriyet 27 Eylül 2007