Zamanların iç içeliğinin ürkütücü bir sonucu olarak beliren yaşam denklemi: Nihai gelecek zamanın ölüm oluşu ve gelecekteki ölümün şimdiki zamana sinişi…
Sevdiği erkek ameliyata girerken aklına böyle olmadık şeyler geliyordu Nilüfer’in. Ülkesinden uzakta olmanın verdiği yalnızlık da eklenince “Hayat bizi kıskandı mı, ne?” diye düşündü.
Dün gece, tavana diktiği mavi gözlerini kırpıştırıp aniden “Hiç balık temizledin mi?” diye sormuştu. Nilüfer’in uzun kumral saçlarını okşayarak. Göğsünde uyukluyordu Nilüfer. Yine de anlamıştı ne demek istediğini. “Evet, çok,” diye cevap verdi. “İşte, benim içimi de balık gibi karnımdan yarıp öyle temizleyecekler,” dedi sevdiği. “Doktorlar çok ümitli canım,” diyerek ona sıkıca sarıldı Nilüfer.
İnsan severken, kızarken, tekrar âşık olabiliyordu. Aşkı her seferinde başka insanlarda aramaya gerek yoktu. Aynı insanla birden fazla aşk yaşanabiliyordu. Kavganın, üzüntünün içinde, anlık da olsa, nefret bir parçası haline de gelse, defalarca duyuyordun aşkı.
Bunları düşünürken, gerçekleri sansürsüzce konuştuğu anlar geldi aklına. İnsanlar gerçekleriyle o denli yüzleşmekten mutsuz oluyorlardı. Bunu biliyor ama kendini engelleyemiyordu.
Roman Polanski’nin “Acı Ay”ından bir iki cümle ışıldadı zihninde: “Herkesin sadist bir tarafı vardır. Bunu en iyi ortaya çıkaran şey de, merhametinize kalmış birinin olduğunu bilmenizdir.”
İnsanın ortak doğası mıydı bu, yoksa Nilüfer’in doğası mı daha yatkındı bu cümlelerde anlatılana? Fakat onun sadizminin doğasında kesinlikle sevgi vardı. Acımasızlığına sarılıp öpüşlerinin şefkati karışıyor, acımasızlığı aslında geçmişin acısını alıyor ve sonunda yine sevgiye ulaşıyordu.
***
Hastaneye girdiklerinde gün ışımamıştı henüz. John sıkıca sarılmıştı Nilüfer’e. Birlikteliklerinin ilk günlerindeki gibi sevgiyle bakıyordu. Kadınları yöneten o bakış Nilüfer’de sevgiye dönüşmüştü yine. Üç beş gün ya da bir iki ay öncesine göre daha yakındılar birbirlerine.
Ama vakit gelmişti sonunda. Kadın cerrahın sihirli minik ellerine öpe koklaya gönderdi onu Nilüfer. Kendini unuturcasına.
Günlerdir içten içe hazırlanıp dursa da, ameliyat ekibini karşısında görüverince şaşkınlığa kapılmıştı John. Narkoz verilirken “O benim Blue Whale’im, Mavi Balina’m,” diye geçirdi içinden Nilüfer. Lisedeyken cüssesi ve çekici mavi gözleri nedeniyle kendisine bu lakabı taktıklarını anlatmıştı. Kadınlar onu hep sevmişti. Şimdiyse altmışlı yaşlarını sürüyordu ve erkeğin en önemsediği, en övündüğü organını yöneten bölgesi kanser olmuştu.
Nilüfer tam o anda “Biz kadınlar erkek jinekologlara alışığız,” diye düşündü. John için bir kadın üroloğun neler ifade ettiğini, ruhunda ne türlü tedirginlikler, korkular, utançlar ya da çocukluklar yarattığını sezmeye çalıştı. İnsan böyle zamanlarda neler düşünüyordu…
Gri rengin hâkim olduğu bekleme odasında saatler uzadıkça uzuyordu. Kendi kendine mırıldanıp durdu Nilüfer. Mavi Balina’sının boncuk gözlerine hüzün ve korku ne kadar da yakışıyordu… Garip duygular içindeydi Nilüfer. Rutinin ve bunu güçlendiren kuralların baş tacı edildiği bu okyanus ülkesinde Nilüfer sevdiği adama acıma duydu birden.
Elinde bir çağrı cihazı. Kırmızı, yanar döner ışıklı. Alarmı insanı korkudan sıçratacak cinsten. Ameliyat haberlerini hemşireler bu cihazla anbean iletiyor: “Ameliyat başladı”, “Kanserli bölgeye geldik”, “Kanseri temizledik”, “Kanserli organı aldık”, “Uyanma odasına alınıyor”, “Doktor sizi bilgilendirecek…”
Böylesine gelişkin bir cihaz bile yatıştıramamıştı Nilüfer’i. Beklemek en zor şeydi onun için. Neyse ki, kendi de elleri gibi minicik, sevimli kadın cerrahın bekleme odasına doğru geldiğini gördü de, derin bir soluk aldı sonunda. Her şeyin normal geçtiğini, kanseri kürediklerini ve o bölgeyi tamamen aldıklarını ama yine de biyopsi gerektiğini bildirdi cerrah. Nilüfer her kelimenin manasını tek tek idrak edip çözme ihtiyacı duydu. Çocuklarıyla bile İngilizce konuşmaya çalışıyordu çünkü bu ülkede sürdüğü hayata yetmiyordu dili. Gelenekler yeni yaşam öğretileri ve gelişen teknolojiyle değişirken insanın ana dilini bile şaşırdığı bir çağda işi zaten zordu. Cerrahsa Mavi Balina’sından, onun sağlığından, bir anlamda yaşayıp yaşamayacağından söz ediyordu. Bu yüzden de Nilüfer değil İngilizceyi, ana dilini bile unutmuş gibiydi.
Bu unutuşun da çaresizliği ve etkisiyle, oradan oraya tay gibi koşturmaya başladı. Rutinler ülkesinin kurallarına boyun eğişi de anlayamıyordu. Biraz da bu yüzdendi heyecanı. İnsanlar oraya girip buraya çıkan, yerinde duramayan, durmak istemediğini belli eden o telaşına bakacaklar ve böylece onun istediği gibi olacaktı her şey. Biliyordu bunu. Hayatı boyunca böyle olmuştu.
Yine yanılmamıştı. John henüz getirilmediği halde takip odasına aldılar Nilüfer’i. John’un ameliyat sonrasına özel donanımlı arabayla getirildiğini gördü. Koridorun diğer ucundan getirilmesini bekleyemedi. Çılgın gibi yanına koşarak sarılıp öptü onu. Ayılmıştı ama akı da mavisi gibi keskin gözlerinden yorgunluk akıyordu. Olsun, yeniden yan yanaydılar ya…
John dinlenirken Nilüfer kendini ve sevgisini yine çapraz sorguya aldı yine. Beyni durmuyordu, elinde değildi. Hastane odasının sessizliğinde “Aşk denetimli tutukluluk hali,” diye düşündü. “İnsan kendini koyuvermemeli. Hayata asılan ellerimiz gevşememeli. Anları es geçmemeliyiz.”
Odanın soluk ışığının yarattığı yalnızlıkta en iyi anıları geçti gözünün önünden. “Onsuzluğu istemedim,” diye geçirdi içinden. Mavi gözlerinin azalan ışığına baktı. Kanserle yüzleşmenin getirdiği çaresizlik ikisini de sarmadan önce John’un bedeninde bir şeylerin değiştiğini hissetmişti. Gözle görülen bir değişim değildi bu. Bedenin görünmez zarını görmeyi bilenler anlayabilirdi ancak. Ama yakınlarını bir türlü inandıramamıştı buna. John’u bile inandıramamıştı. Her zamanki gibi aşırı duyarlılıkla suçlanmıştı. Onu durmadan kırdığını ve bedenindeki değişimin bu incitişlerle kendini ele verdiğini göremiyordu John. Tıpkı çocukluğunda yaşadığı sevgisizliğin, yetişkinlik zaaflarında ve saplantılarında belirişi gibiydi bu. Kendi gerçeklerini başkalarıyla alay ederek örtmeyi seçmişti. Yoksa şimdi hepsinin bir bedeli gibi miydi bu hastalık? Bedenin ruh acılarını taklit etme çabası mıydı? Ya da ruhta atılmış yardım çığlıklarının hayatta ve insan ilişkilerinde, hatta sevgide bile bir karşılığı yoktu da, bedende mi buluyordu karşılığını hep? Ruh yaralarının aynası mı olmaya özeniyordu hep beden?
“Acı Ay”da geçen cümleleri düşündü tekrar. Kendi de boş durmamış, John’u çok kırmıştı. Sevdikçe sevdim, derler ya hani, Nilüfer kırdıkça, deştikçe, yaralara neşteri vurdukça da seviyordu. Bütün kırgınlıklardan sonra patisi yine John’un üzerinde olurdu. Kedinin yiyeceğini koruması gibi. Sadizmin böylesi miydi yoksa asıl cerrahi?
***
İlk pansumanlarda, kendi deyişiyle, minik ölü bir balık gibi hemşirelerin elinde organı. Bazen beyaz, bazen siyahî, sorumluluk sahibi, profesyonel eller takıyor serumlarını. Ameliyat yerini temizliyorlar. Sürekli olarak, hayalleri kırılmış bir erkeğin en çok korumaya çalıştığı organıyla meşguller.
Hastanede geçen iki uzun gecenin ardından, üçüncü gün rehabilitasyon hemşiresinin yardımıyla yürüdüğünde Nilüfer sevinçten bağırdı. Hemşire şaşkın şaşkın baktı. Nilüfer “Trajikomik,” dedi kendi kendine. John daha yakışıklı görünüyordu. Konuşmalarıyla, bakışlarıyla yine kadınların ilgisini çekebiliyordu. Nilüfer duygu yoğunluğunu aktaramamanın, kendi dilinde konuşamamanın hırçınlığına kapıldı yeniden. Ne kadar yorulduğunu, ağrıları olduğunu yeni fark ediyordu. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Ama söylese “Kapris yapıyor,” derlerdi. Gücün bedeli zordu.
Evlerine geldiklerinde John’a sevgiyle bakıp “Şahtı şahbaz oldu,” dedi. Acı acı gülümsedi. Yatağını hazırlayıp yatırdı John’u. “Sarıl bana,” dedi John. Evine dönmeyi belki de bu yüzden istemişti. Nilüfer sokuldu. Ten sıcaklığı ona iyi gelecekti. “Sırtımı kaşı,” dedi John. Nilüfer yavaş yavaş, o çok sevdiği omuzlarından başladı dokunmaya. Morfin ve ağrı kesicilerin halüsinasyonları başladı o arada. Tavanda böcekler gördüğünü söyledi John. Geçmişten, çocukluk anılarından, mağaralardan ve spordan söz etti, düşünce bulanıklığı içinde, anlaşılmaz sözcüklerle. Sonrasında da devam etti bu hali. Hiç film seyretmedikleri halde, “Arka arkaya üç film seyrediyordum, neden kapadın, neden aldın televizyonu, televizyon yok, nerede?” diye aranmaya başladı. Yavaş yavaş korkmaya başladı Nilüfer. “Yataktan çıkma,” demesine rağmen ayağa kalktı John. O koca vücudu yere düştü. Etraf kana bulandı. Organına takılı sonda yerinden oynadı. Nilüfer bir girdaba kapılmış, sürükleniyordu adeta.
O haldeyken bile gücünü toplamaya çalıştı John. Yardım almadan ayağa kalkmaya çalıştı. Nilüfer ağlayarak, çığlıklarla, “Yapma!” diye sarıldı ama gücü yetmiyordu. John düştükçe yeniden çabaladı. Ve sonunda başardı ayağa kalkmayı. “Canım benim,” dedi Nilüfer. Kızsa mı, sevse mi, ağlasa mı, bilemiyordu. John’da Nilüfer’i bazen yalancı çıkaran bir şeyler vardı. Nilüfer bunu düşünürken o çıplak bir şekilde tekrar saçmalamaya başladı.
Nilüfer yine sadizmi duydu içinde. “Sevgi gerçeklerle yüzleşme cesareti olanlarda gelişip büyür. Umutsuzluklar, heyecanlar ve üzüntülerdir onun toprağı,” diye düşündü. İkinci baharlarını fırtınalarla yaşıyorlardı. “İşte, bizim yaşam denklemimiz de bu, ancak biz çözeriz,” diye geçirdi içinden. Geleceklerini her şeye rağmen, her şeyle beraber, umuda taşımalıydılar. John’a sarıldı. “Mavi Balina’m benim,” dedi.
Tam o anda, pencerelerinin karşısındaki ağaca, dallarda dolaşan sincapların yolunu kese kese, yakut rengi bir kardinal kuşu uçup tünedi. Nilüfer yeni hayatlarının başlangıcına bakar gibi baktı kuşa.
Yasemin Eğinlioğlu
Nisan – Mayıs, 2018 / Atlanta