Bir sosyal demokratın `68 mavalı

~ 23.10.2025, Yeni Yaklaşımlar ~

Bekle Beni, bir roman olarak değil, bir ideolojik semptom olarak okunmalı: liberal hümanizmin, sosyal demokrat nostaljinin ve aydın merkezci tarih yazımının birleştiği yerde duran, iyi niyetli diyemeyeceğimiz, teslimiyetçi bir metin.

Kaya Tokmakçıoğlu

Zülfü Livaneli’nin son romanı Bekle Beni, 1970’lerin politik ve duygusal atmosferini bireysel bir aydın hikâyesi üzerinden yeniden kurma iddiasında. Öte yandan bu yeniden kurma çabası hem dil düzeyinde hem de düşünsel düzlemde ciddi boşluklarla malul. Roman, bir kuşağın yaşadığı tarihsel travmayı aktarmak yerine, onu sterilize eden bir “aydın melodramına” dönüştürüyor. Kurgusal tutarsızlıklar, anakronik göndermeler ve yüzeysel bir politik kavrayış, Livaneli’nin ’68 kuşağını bir toplumsal hareket olarak değil, liberal bir duyarlılığın sahnesi olarak gördüğünü açığa çıkarıyor.

Livaneli, kişisel geçmişini politik tarihle iç içe geçirirken, kendi ideolojik yöneliminin sınırlarını da metne mühürlemiş oluyor. Devrimci bir arayışı kaleme almaktansa, sosyal demokrat bir sığınak öyküsünü dile getiriyor. Roman boyunca karşımıza çıkan “insan hakları”, “özgürlük”, “aydınlık”, “Batı”, “kültür” gibi kavramlar; sınıf, sömürü ve direnişin yerini alan soyut bir hümanizmin terimleri hâline geliyor. Bu yönüyle Bekle Beni, edebi bir roman olmanın ötesinde, Livaneli’nin bugünkü dünya görüşünün alegorik biçimidir, diyebiliriz.

Bir kuşağın hikâyesi mi, bir aydının özyaşamöyküsü mü?

Roman, Selim adında bir gencin gözünden ’68 kuşağının politik ve duygusal serüvenini anlatıyor. Selim’in çocukluk aşkı Leyla, onun dünyasında hem ideallerin hem de kaybedilen masumiyetin simgesi. Romanın çatısını oluşturan temalar 1970’lerde politikleşen gençler, hapishaneler, sorgular, işkenceler ve sonunda sürgün olarak okurun karşısına çıkıyor. Ancak Livaneli bu temaları tarihsel bağlamından koparıp kişisel bir vicdan anlatısına indirgiyor.

Selim, işkence görür, arkadaşlarını kaybeder, ülkesinden kaçar; fakat bütün bu deneyimler bir sınıf mücadelesinin parçası değil, bireysel olgunlaşmanın duraklarıdır. Hapishane sahnelerinde “başka biri Gramsci’nin kültürel hegemonya tezini anlattı” ya da “işçi sınıfı bilinçlenip meydanlara indiğinde biter bu iş” gibi cümleler, romanın tarihsel gerçeklikten kopukluğunu açığa çıkarır. Cezaevini, devrimci mücadelenin değil, entelektüel soyluluğun simgesine dönüştüren Livaneli, hapishane koğuşlarını edebiyat atölyelerine çevirip romanın en büyük zaafını meydana getirir.

Romanın ikinci yarısında Selim’in Leyla’yla yaşadığı aşk, politik atmosferin önüne geçer. “O bakışla dünyası değişti” gibi cümlelerle örülü bu sahneler, 68’in toplumsal fırtınasını bir kişisel romantizme çevirir. Leyla bir fikir değil, bir duygudur; devrimci değil, esin kaynağıdır. Bu dönüşüm, Livaneli’nin romanı boyunca sürdürdüğü tarihin bir sahne, aydının ise o sahnede yalnız bir kahraman olduğu ideolojik tercihle uyumludur.

Aydın merkezli tarih yazımının sınırları

Selim karakteri, dönemin politik öznelliğini temsil etmekten çok, yazarın bugünden geçmişe bakışını somutlaştırır. 1970’lerin ortasında Gramsci, Borges, Faulkner, Kafka ve Bulgakov okuyan bir genç, gerçek bir tarihsel figürden çok bir “retro entelektüel”dir. Bu anakronizm, romanın bir başka derin zaafını açığa çıkarır: Livaneli, kendi kuşağını değil, bugünkü kendisini anlatır. Böylece ‘68’in kolektif bilinci, kişisel bir duyarlılığın iç monoloğuna indirgenir.

Selim’in politik çizgisi de bu kopukluğun uzantısıdır. Roman boyunca devlet baskısı, sınıf çelişkisi değil, “aydın düşmanlığı” olarak betimlenir. “Devlet, okuryazarlarını susturmak istiyordu” diyen pasaj, Livaneli’nin dünyasında entelektüellerin özel bir statüde konumlandırıldığı ortaya koyarken, ezilen öznenin işçi sınıfı olmadığına da afişe eder. Bu aydın-merkezci bakış, Türkiye’nin politik tarihini bir kültürel trajediye dönüştürür. Sonuçta ’68 hareketi, romanda halkın değil, aydının mağduriyet hikâyesine indirgenir.

Sosyal demokrasiye sığınak olarak İsveç rüyası

Romanın son bölümlerinde Selim, İsveç’e sığınır. “Sosyal demokrasinin rüyası, hukukun soğuk ama adil yüzü” ifadesi, Livaneli’nin ideolojik özlemini bütün açıklığıyla ortaya koyar. İsveç artık bir ülke değil, “özgürlük”ün ve “nefes almanın” coğrafyası olarak gerçekleştirilmiş bir ütopyadır. “Burada en azından bir gökyüzü var” diyen Selim, Türkiye’yi karanlık, Batı’yı ise insanlığın son kalesi olarak kurgular.

Bu yaklaşımı, yalnızca Avrupamerkezci değil, aynı zamanda sömürgeci bir bilinç izler. Türkiye’nin sorunları, yapısal sömürü ilişkilerinde değil, “aydınlığa ulaşamayan toplum” klişesinde aranır. Romanın sonunda Selim’in Knut Hamsun hayranlığını dile getirmesi, bu çelişkiyi derinleştirir: ırkçılıkla anılan bir yazarın “yüceltilmiş Kuzey’i” Livaneli’nin ütopyasına kaynaklık eder. Böylece İsveç rüyası, politik sığınaktan çok ideolojik bir teslimiyetin adı olur.

Bu bölümdeki dil de ideolojik yapı kadar sorunludur. “Kadim bir büyünün sihri vardı”, “soru dolu gözler”, “bir şarkı çaldı, sözsüz, sadece notalarla”, “tellerden çıkan akorlar” gibi ifadeler, romanın düşünsel bulanıklığını dil düzeyinde yansıtır. Sözcükler birbiriyle çatışır; anlam, biçimle kavga eder. Tıpkı Livaneli’nin Batı hayranlığıyla Türkiye eleştirisi arasındaki tutarsızlık gibi, cümleler de kendi içinde dengesizdir. Yazarın müzisyen kimliğine rağmen müzik terimlerini bile yanlış kullanması, bu kopukluğun ironik bir göstergesidir. Her biri, Livaneli’nin anlamla biçim arasındaki gerilimi yönetemediğini, duygusal yoğunluğu klişeyle ikame ettiğini gösterir. Tıpkı romanın politik düzleminde olduğu gibi, dilde de yüzeysel bir lirizm, içeriğin derinliğini örter. Sözcükler birbirine eklemlenemez, tıpkı romanın tarih ve ideoloji arasındaki bağı kuramadığı gibi.

Batı hayranlığının gölgesinde ’68

Romanın ideolojik doruk noktası, Livaneli’nin sonsözünde belirir. Türkiye’yi “aydın düşmanlığının sürdüğü bir ülke”, Avrupa’yı ise “68 kuşağını iktidara taşıyan” bir cennet olarak tanımlayan yazar, PASOK örneğiyle Yunanistan’ı idealize ederken, Türkiye’nin kurtuluşunu da sosyal demokrat bir modernleşmede arar. Böylece devrimci özlemin yerini yönetilebilir bir özgürlük anlayışı alır. ‘68’in kolektif eylemi, sosyal demokrasinin makul reformculuğuna indirgenir.

Selim’in İsveç’teki hayal kırıklığı bile, politik değil, kişiseldir. “Eğer İsveç gibi bir ülke bile ona bu muameleyi yapıyorsa, dünyada makul bir yer kalmamış demekti” der üçüncü anlatıcı. Bu cümle, tüm eleştirinin sınırlarını çizer: sorunun kökeni kapitalist düzen değil, bozulmuş bir düzen duygusudur. Böylece Bekle Beni, bir sınıf analizinin değil, liberal bir hümanizmin romanı olur.

Livaneli’nin ideolojik dünyası, bu noktada hem Batı’ya hayran hem ona kırgındır; hem muhalif hem iktidar yanlısıdır. Bu gerilim, onun “aydın fetişizmi”nin doğal sonucudur: aydın, hem kurban hem rehberdir; halk ise bu figürün gölgesinde sessiz kalır.

Sonuç: Aydın fetişizmi ve unutulan sınıf

Bekle Beni, bir kuşağın öfkesini değil, o öfkenin evcilleştirilmiş hâlini anlatıyor. Romandaki direniş, politik bir pratik değil, estetik bir poz olarak ifade edilirken, aydın, işçinin yerine geçiyor; Batı, kurtuluşun coğrafyası oluyor; sosyal demokrasi ise devrimci tahayyülün mezarı. Anlatım bozukluklarından ideolojik tercihlere kadar pek çok şey okura, aynı gevşekliğin ürünü olduğunu düşündürüyor.

Livaneli, romanın sonunda “kahredici devlet hışmına uğramış aydın kuşaklardan” söz ederken, sınıf çelişkisini bireysel mağduriyete çeviriyor. Oysa tarihsel gerçeklik, Türkiye’nin 70’lerinde, yalnızca aydınların değil, yüz binlerce işçinin, köylünün, yoksul öğrencinin de aynı baskıya maruz kaldığını gösterir. Bu roman, o çoğulluğu bilerek unutur gibi davranırken, belleği, bir kültürel travmanın sınırlarına hapsediyor. Livaneli’nin anlatısında devrim, örgütlü bir hareket olmaktan uzak, “kendini anlamaya çalışan iyi insanın” kişisel dramına dönüşüyor.

Aslında ’68 kuşağının anlamı, aydınla emekçi halk arasındaki tarihsel bağın yeniden kurulduğu bir siyasal çıkış olmasıydı. O yıllarda aydın, bireysel vicdanını insanlığın ve işçi sınıfının kurtuluşuyla birleştirdiği ölçüde “aydın” olabiliyordu. Bu bağ koptuğunda, aydınlık da bir ayrıcalığa, bir vicdan mesleğine dönüştü. Livaneli’nin romanı tam da bu kopuşun edebi ifadesidir: aydın, kendi konumunu fetişleştirebilmek için toplumsal-sınıfsal dinamikleri sümenaltı eder, devrimci özneyi görünmez kılar. Oysa Türkiye’nin 1970’lerinde işçi sınıfı, kendi eylemiyle düşünsel bir ufuk açmış, bir anlamda “aydınlaşmıştı.” Bekle Beni’nin dünyasında bu olgu yerini, tarihten koparılmış, soyut bir “vicdan hikâyesi”ne bırakır.

Türkiye’deki ’68 deneyimi, Fransa’daki özgürlükçü patlamadan ya da Prag Baharı’nın reformist tonundan farklı olarak emekçi karakteriyle belirgindi: fabrika ve toprak işgalleriyle, sendikal örgütlenmeyle, üniversite boykotlarıyla biçimlenen bir kolektif hareketti. TİP’in yükselişi, DİSK’in kuruluşu, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun eylemleri, Türkiye’deki ‘68’in yalnızca bir gençlik isyanı değil, sınıf eksenli bir halk hareketi olduğunu gösterir. Livaneli ise bu tarihsel momenti, Daniel Cohn-Bendit ya da Václav Havel’in Avrupa merkezli özgürlükçülüğüyle okur. Böylece Türkiye’nin ‘68’i, Batı’ya çevrilmiş bir vicdan anlatısına tercüme edilir; devrimci bellek yerini liberal bir hümanizmin nostaljisine bırakır.

Bu nedenle Bekle Beni’yi, edebi bir anlatı değil, bir tarihsel konumlanışın ifadesi olarak okumak daha doğru. Livaneli, ‘68’i yeniden yazarak aslında kendi ideolojik konfor alanını tekrar inşa ediyor. İsveç rüyası, Batı’nın “soğuk ama adil” hukuk devleti, Türkiye’nin “aydın düşmanı” karanlığıyla karşılaştırılır ve sonuçta ortaya çıkan tablo, bir tür kültürel teslimiyet olur. Devrimcilerin yerine reformistleri, örgütlü mücadelenin yerine bireysel vicdanı, halkın yerine aydını koyan bu bakış, Türkiye solunun 1980 sonrası dönüşümünün edebi bir yansıması gibidir.

Asıl trajedi de burada başlar: Bekle Beni, kendini devrimci bir kuşağa saygı duruşu olarak sunar, fakat o kuşağı ehlileştirir. Bir yüzleşme değil, bir teselli metnidir. Tarihsel yenilginin muhasebesi, politik bir yeniden doğuşa değil, kültürel bir nostaljiye çıkar. Livaneli’nin Selim’i, dünyayı değiştirmeye değil, dünyadan kaçmaya karar verir. “Orada en azından bir gökyüzü var” cümlesi, romanın bütün düşünsel çerçevesini özetler: özgürlük artık bir sınıf pratiği değil, coğrafi bir tercihtir.

Bekle Beni ve türdeş metinler, günümüzde Türkiye solunun liberal kanadının tarihi nasıl yazdığını gösterir. Direniş, reformla; öfke, duygusallıkla; devrim, demokrasiyle yer değiştirir. Böylece ‘68’in kolektif mirası, tekil bir kahramanın melankolik monoloğuna indirgenir. Özgürlük, Livaneli’nin dünyasında sınıfsal bir kategori değil, Batı’ya duyulan özlemdir. Bu yüzden romanın sonunda ne Leyla ne Selim ne de okuyucu özgürleşebilir.

Bekle Beni, bir roman olarak değil, bir ideolojik semptom olarak okunmalı: liberal hümanizmin, sosyal demokrat nostaljinin ve aydın merkezci tarih yazımının birleştiği yerde duran, iyi niyetli diyemeyeceğimiz, teslimiyetçi bir metin. ‘68’in devrimci belleğini değil, onun üzerine örtülen kültürel örtüyü anlatırken, satır aralarında devrim değil, devrimin ehlileştirilmiş hayaleti konuşur ve o hayaletin sesi, bugünün sosyal demokrasisinin yumuşak, uzlaşmacı tonunda yankılanır.

https://haber.sol.org.tr

Hits: 17