10 Ekim’de Ankara Garı’nın önünde bombalar patladığında, Gar’a iki yüz metre ve iki üç dakikalık mesafedeki metro merdivenlerinden yukarı doğru çıkıyordum; metro iki dakika önce gelmiş olsa, evden beş dakika önce çıkmış olsam, yolda gazete almak için birkaç dakika oyalanmasam, belki de o an yerde kanlar içinde yatan yüzlerce insandan biri olacaktım.
Patlamadan hemen sonra koşarak ulaştığım meydanda gördüğüm sayısız ölü ve yaralıyı, etrafa dağılmış beden parçalarını, telaşla ambulanslara taşınan insanları, oturduğu yerde şoka girmiş bir şekilde ağlayanları, her şeye rağmen yıkılmadan ayakta durmaya çalışanları asla unutmayacağım; ertesi gün BirGün’de ilk yazım yayınlanacağı için Kızılay’da oturacak bir yer arayıp, o öfke, şaşkınlık ve üzüntüyle bir şeyler yazmaya çalışmamı ve o ilk yazıya ölümün damgasını vurmuş olmasını da…
? 17 Şubat günü Merasim Sokak’taki saldırı gerçekleştiğinde Tunalı’daydım. Güvenpark’ın önünden taksiye binerken parkta Cerattepe eylemini görmüş, parkın etrafına yığılan polislere bakmış ve “Gezi korkusu sürüyor” diye aklımdan geçirmiştim. On beş dakika sonra, uzaklardan geldiği anlaşılan bir patlama sesi duyduğumda ilk aklımdan geçen şey canlı bomba saldırısı olmuş, “IŞİD; Güvenpark’a, Cerattepe eylemine saldırdı” diye düşünmüştüm. Haberler gelip mesele netleşmeye başlayınca anlaşılmıştı ki; fail başkaydı, Güvenpark değil ama biraz yukarısı hedef seçilmişti ve orası da her gün eve gidip geldiğim güzergâhın hemen dibindeydi. Genelde o saatlerde bindiğim dolmuşa binmek yerine başka bir planım olması nedeniyle şehrin başka bir tarafına gitmem sayesinde ölüm bir kez daha teğet geçmişti.
13 Mart katliamının olduğu gün, üç dört saat sonra kan gölüne dönecek o duraklardan birinden otobüse binip Kuğulupark tarafına gitmiştim; saldırıdan sadece yarım saat önce ise patlama yerine yüz metre mesafede bile olmayan dolmuş duraklarından dolmuşa binip eve gelmiştim. Bomba otobüse bindiğim saatte patlayabilirdi, akşam eve dönerken o yaya geçidinden karşıdan karşıya geçebilirdim, Güvenpark’ın içinden yürümeyi seçebilirdim. Beş ayda üçüncü kez dakikalarla, saatlerle ölçülecek şekilde ölüm yakınımdan bir yerlerden geçiyor; Ankara’ya, doğup büyüdüğüm bu kente damgasını vuruyordu.
Sonrası ise artık klasikleşen bir ritüeldi: Aile, arkadaşlar ve dostlardan oluşan bir telefon trafiği, herkesin birbirine “Neredesin” ve “İyi misin” diye sorması, “İyiyim” yanıtı alınınca duyulan rahatlama hissi, sonrasında saldırının gerçekleştiği yere ne kadarlık bir mesafede olunduğunun ve patlama sesinin duyulup duyulmadığının konuşulması, ardından ise işi biraz şakaya vurup “Bugün de atlattık” minvalinde cümleler kurularak telefonların kapatılması…
Ertesi gün, sabahın ilk saatlerinden beri kesintisiz bir şekilde yağan yağmurun altında, bir toplantıya doğru yürürken Kızılay’a ve Ankara’ya baktım. Yağmurla, alınan güvenlik önlemleriyle, barikatlarla, patlama alanına çekilen devasa tenteyle, insanların yüzüne yansıyan korku, sinmişlik ve bezginlikle, ölü bir şehre, hayalet bir şehre dönmüştü Ankara. Sokaklar, kafeler, mağazalar bomboştu ve sessizliğe bürünmüş Kızılay’da sanki duyulan tek ses çöpçülerin etrafa dağılmış kırık cam parçalarını süpürürken çıkan sesti.
Son beş ayda Ankara’da bombalı saldırılarda ölenlerin sayısı 168, Bağdat’ta ölenlerin sayısı ise 428. Mogadişu, Kabil ve Beyrut’un üzerine çıkmış ve ikinci sıraya yerleşmiş Ankara buna göre. Adı konulmamış bir iç savaşı yaşıyoruz yani, “Suriye bizim iç meselemizdir” sözünün gerçek olmasını yaşıyoruz, Ortadoğululaşmayı, ölüme alışmayı, ölümü kanıksamayı yaşıyoruz. Bozkırın ortasında modern bir cumhuriyet kenti hayalinin yansıması olarak kurulan bu şehre ülkenin adım adım içine çekildiği bataklığın nasıl yansıdığına tanıklık ediyor, yıkılanın sadece bir kent değil bir hayal olduğunu görüyoruz.
Ülke olarak ödediğimiz bedelin gerisinde, Ortadoğu’da yeniden bir imparatorluk kurabileceğini sanan kifayetsiz muhterislik var; patlayan bombaların gerisinde, padişahlık ve hilafet rüyaları gören hakikatle bağını koparma hali var; birbirimizi boğazlamaya adım adım yaklaşıyor olmamızın gerisinde kendi yurttaşlarını bodrum katlarında yüzer yüzer öldüren korkunç zulüm var, yaşananlardan hiçbir ders çıkarmamanın gerisinde Türk-İslam senteziyle uyuşturulup sürüleştirilmiş kitleler var, çürüme var, aymazlık var.
Şimdi bir yol ayrımındayız. “Kırmızı Pazartesi” romanındaki gibi herkesin bildiği ama kimsenin engellemediği bir cinayetin tam ortasındayız ve zaman akıyor. Ancak bu sefer canına kastedilen bir kişi değil, koca bir ülke. Cinayeti durduracak bir yol bulmazsak ya da bir yol açmazsak ülke ölecek, ülkeyle birlikte hepimiz öleceğiz.
http://www.birgun.net/haber-detay/ankara-anlatilan-hepimizin-hikayesi-106398.html