MİLLİYETÇİLİK
~ 04.07.2011, Yeni Yaklaşımlar ~
(Alm. Nationalismus; Fr. Nationalisme; İng. nationalism)
Milliyetçilik, en kaba haliyle, mevcut toplumsal yapıda farklı sınıfsal konumlarda bulunan bireylerin, mutlak anlamda homojen ve tarihdışı bir ulus düşüncesine, bu ulusa denk düşen siyasal yapı olan ulus-devlete ya da ulus-devlet idealine bağlılıklarını ifade eden ideoloji biçiminde tanımlanabilir. Öte yandan, milliyetçilik, yalnızca bir ideoloji değil, bu ideolojinin işlerlik kazanmasıyla birlikte hayat bulan siyasal pratiğin de adıdır.
Marx ve Engels’in yapıtlarında bir üstyapı teorisi bulunmuyor oluşuna dönük eleştiriler yankısını bu başlıkta da bulmuş ve Marksizmin kurucu isimleri genel bir “milliyetçilik teorisi” geliştirmemiş olmakla eleştirilmişlerdir. Esasen bu eleştiriler, iki nedenle temelsizdir: İlk neden, Marx ve Engels’in entelektüel enerjilerini odaklamış oldukları proleter devriminin enternasyonalist özü ile ilişkilidir. Marx ve Engels’e göre bir ülkenin proletaryası ulusal ölçekte, ilk önce o ülkenin burjuvazisi ile hesaplaşacaktır; ancak, işçi sınıfının mücadelesi son kertede bu sınıfın uluslararası dayanışmasına dayanır, yani özünde enternasyonalisttir. Ulus-devlet mücadele birimi olmakla ve proletarya kendisini “ulusal sınıf” olarak kurmak zorunda olmakla birlikte, ulusal kategoriler kalıcı ve asli değildir. Bu noktada, Marx ve Engels’in somut koşullardan yola çıkarak bir çeşit entelektüel tasarruf yaptıkları pekala söylenebilir. Öte yandan, bu eleştiriler Marksist literatürün sınırlarını aşan biçimde geçersizdir: Milliyetçilik gibi çeşitlilik gösteren bir ideolojik-siyasal fenomenin, sanki bütünlüklü ve sınırları belli bir doktrinmişçesine teorizasyonu mümkün değildir. Zaten Marx ve Engels’in farklı ulusların bağımsızlık mücadelelerine ilişkin görüşleri de proleter devrimin çıkarlarını merkeze koyan bir bakış açısı ile belirlenmiştir.
Milliyetçilik, tarihsel olarak sınıfsal zeminine Avrupa’da merkantilist politikaların hüküm sürdüğü geç on yedinci yüzyıl ve on sekizinci yüzyılda kavuşmuştur. Yaygınlaşmakta olan kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ihtiyaç duyduğu “ölçek” olarak ulusal piyasa, kapitalist sınıfın sözlüğündeki “ulusal bütünlük” vurgusunu açıklamaktadır. Özellikle, ulusal bütünlüğünü geç sağlayan örneklerde kapitalist öncülleri “yakalama” çabası içinde söz konusu vurguların görünürlüğü artmıştır. En bilinen örneklerden biri, Alman Tarihsel Okulu ve bu okulun önde gelen ismi burjuva iktisatçısı ve Marx’ın çağdaşı sayabileceğimiz Friedrich List’tir. “Ulusal ekonomi” kavramını ilk kullanan isimlerden olan List, Das nationale System der politischen Ökonomie (Siyasal İktisadın Uusal Sistemi - 1841) adlı çalışmasında klasik siyasal iktisadı “beyhude kozmopolitliği” ve “bozucu bireyciliği” ile ulus temelinde organize olmuş insanlığa dönük “bölücülüğü” nedeniyle sert bir biçimde eleştirir ve insanlığın iktisadi ve düşünsel geleceğinin ulusal örgütlenmenin başarısında olduğunu vurgular.
Ancak, bu vurgular ne denli kuvvetli olursa olsun, ulusal bütünlük, ulusal ölçeği dayatan maddi koşullar tarafından hazırlanarak kapitalist sınıfın kullanımına sunulmamıştır. Dolayısıyla, kapitalist sınıfın çıkarlarını “tüm toplumun çıkarları” gibi sunulması amacıyla ulusun ortaya çıkarılması, inşası, bir ülkedeki kapitalist sınıfın öncelikli “işlerinden” olmuştur. İşte, milliyetçilik, ihtiyaç duyulan bu bütünlüğün oluşturulması amacıyla büyük oranda kurmaca olan tarihsel referanslar ve homojenlik vurgusuyla oluşturulan bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. Ardından bu söylem, ulusal bütünlüğün korunması ve pekiştirilmesi amacıyla egemen ideolojinin en önemli öğelerinden biri olarak, güncel siyasal-ideolojik ihtiyaçlara yanıt verecek şekilde yeniden ve yeniden kurgulanarak varlığını sürdürmüştür.
Buradan da görüldüğü gibi milliyetçilik(ler) öznel değil, iktisadi/siyasi gelişimin özel bir aşaması ile ilişkili nesnel ölçütlere bağlı bir fenomendir. Ancak, her bir milliyetçiliğin kurgulanışı ve kitleler tarafından algılanışı büyük oranda özneldir. Milliyetçilik, aynı sınırlar içinde dahi zamana ve mekana bağlı olarak çeşitlilik gösterdiği gibi verili bir kültür yahut alt-kültür içinde kimliği tanımlanan bir dizi faktörden oluşan karmaşık kültürel bir ağ tarafından belirlenir. Buna ek olarak, egemen söylemin asli unsurlarından biri olarak milliyetçilik, yalnızca tepeden ve tek-yönlü biçimde kitlelere zerk edilen ideolojik bir aşı olarak da görülemez. Milliyetçi söylemin ortaya çıkışı da sınıflar mücadelesinin konusudur. Başka bir deyişle, milliyetçilik, egemen söylemin bir unsuru olmasına rağmen bir sınıfa has, daha açık biçimde söyleyecek olursak, saf anlamıyla burjuva ideolojisi değildir. Ulusal bütünlük vurgusu alt ve üst sınıfların etkileşimi sonucunda toplumun genelini kucaklayacak bir kapsayıcılığa ulaşabilir.
Milliyetçiliğin siyasal alanda görünürlük kazanması ise, Fransız Devrimi’nin ardından ulus-devletlerin ve bir devletlerarası sistemin ortaya çıkışı ile birliktedir. Uluslararası arenada ulus-devletlerin norm halini alması ile milliyetçilik yalnızca merkezcil değil merkezkaç etkiler de doğurmaya başlamıştır.
Bu merkezkaç etkilerden ilki hemen her ulus-devlette gözlemlenen ulusal sorunlar olarak kendini göstermiştir. Ulus öncesi dönemlerdeki tek bir milliyetçi söylemin tikelliğine indirgenemeyecek denli çok-etnili ya da parçalı siyasal yapılar daha küçük birimlere ayrışmaya başlamış ve/veya otorite bu merkezkaç dinamiklere kimi zaman patalojik özellikte homojenleştirici önlemlerle yanıt vermeye çalışmıştır. Bu süreçte “teba”, “vatandaş”a dönerken, vatandaş grupları tanımlandıkları/benimsedikleri milliyetçi söylemin siyasal otorite ile olan ilişkisine göre azınlık yahut çoğunluk olarak adlandırılmışlardır. Azınlık ya da çoğunluk tanımları istatistik bilimi ile değil, siyaseten tayin edilmiştir.
Bir diğer merkezkaç, sömürge karşıtı hareketlerdir. Ulusal kurtuluş hareketleri ile komünist siyaset alanındaki mesafe, kapitalizm ilerici dinamiklerini yitirdikçe kısalmış, emperyalizm aşamasında ise ulusal kurtuluş hareketleri devrimci mücadelenin bir altbaşlığı haline gelmiştir. Bu yeni dinamik, Aydınlanma’dan bu yana modern Batı/Avrupa kimliğinin kurulmasında özel bir öneme sahip olan Batı-Doğu ikiliğinin yeni bir şekil almasına neden olmuştur. Olumsuz özellikleri ile Batı’nın “değil”i olan Doğu tablosu, bu devrimci dinamik tarafından sömürgeci Batı ile sömürülen Doğu olarak ters çevrilmiştir.
Bunda Sovyet deneyiminin payı çok büyüktür. Zira Leninist uluslar siyasetinin formülasyonundan önce, her iki merkezkaç kuvveti kontrol altına alabilmek için ABD Başkanı Woodroow Wilson, felsefi kökeni Avrupa Aydınlanması’na, özellikle Emanuel Kant’a kadar götürülebilecek olan kendi kaderini tayin hakkı politikasını öne sürmüştür. Bu noktada “halkların hapishanesi” olarak adlandırılan bir ülkede siyasi iktidarı ele geçirmeye çalışan Bolşevikler, ulusal kimliğin değil, işçi sınıfının özgün bir örgütlenme deneyiminin merkezinde durduğu, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan ve içinde ulusal kimliği siyasal arenanın dışına itelemeyi hedefleyen bir alternatif devlet modeli ile ulusların kendi kaderini tayin hakkı politikasını içselleştirmiş ve bu politikayı mantıksal sınırına taşımış, bir Leninist ilke olarak tanımlamışlardır. Bu da Wilsoncu politikanın dönemsel olarak boşa çıkmasına neden olmuştur. Ulusal mücadelenin, sosyalist mücadelenin bir alt başlığı haline gelmesi sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlere değin devam etmiştir. Ancak, milliyetçi dinamikler sosyalist bir “kutbun” eksikliğinde hızla sağ bir çizgiye yerleşmişlerdir. Yeni Dünya Düzeni olarak kodlanan Sovyet-sonrası düzeninin şekillendirilmesinde tüm dünyada, ama özellikle eski sosyalist ülkelerde emperyalizm tarafından etkili biçimde kullanılmışlardır.
Her iki merkezkaç dinamik, komünist literatüre yeni kavramların girişini de tetiklemiştir. Ezen ulus ve ezilen ulus milliyetçilikleri gibi kategorik ayrımlar bunlardan bir tanesidir. Yirminci yüzyılda gelişen sosyalist devrim stratejisi uyarınca, ezilen ulusların “tepkisel” milliyetçiliği, başta Lenin olmak üzere pek çok Marksist tarafından “burjuva karakter taşısa dahi” “demokratik içeriğinden ötürü kayıtsız şartsız desteklenmiştir.” Ancak, yirminci yüzyılda ortaya çıkmış ulusal ve sınıfsal mücadele arasındaki yakınlaşma güçlü bir dünya sosyalist hareketinin yokluğunda ciddi sayılabilecek siyasal deformasyonlara neden olmuştur. Bu nokta, milliyetçiliğin teorik düzlemde değil, siyasal konjonktür ışığında, somut durumun somut analizi çerçevesinde değerlendirilmesi gereken karmaşık bir fenomen olmasından kaynaklanmıştır.
Leninizm, söylendiği gibi, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile işçi sınıfı mücadelesi arasındaki mesafeyi büyük oranda daraltmıştır. Ancak, Leninizm, işçi sınıfının devrim mücadelesinin enternasyonal karakterini bu yakınlaşmaya kurban vermemek konusunda büyük çaba harcamıştır. Bu bağlamda, Leninizm, enternasyonalizm ve sınıf iktidarının temelinin ulusal zemin olduğu yönündeki Marksist tezi ustalıklı biçimde harmanlamıştır. Leninist bir devrimci için enternasyonalizm, öncelikli olarak kendi ülkesindeki devrimi yapmak ve kendi devriminin çıkarlarını başka devrimlerin çıkarları önüne koymamaktır. Buna ek olarak, Sovyet deneyimi burjuva devrimleri ile norm haline gelen ulus-devlet modelinin ve dolayısıyla milliyetçiliğin, Sovyet modeli ile nasıl aşılacağının önemli bir örneğini de sunmuştur. Sovyet modelinin önce ulusal ayrımları proleter kimliğe bağlı kılarak ulusal kimliği siyasetin çeperine iteleyen, ardından 1977 Anayasası ile devleti bir ulusal aidiyetle değil, “tüm halkın devleti” olarak kurgulayan yaklaşımı, ulus ve devlet arasındaki kapitalist piyasa aracılığı ile kurulan bağın kırılmasına ve devletin ulusal karakterden sıyrılmasına örnek oluşturmaktadır.
Bolşevizmin yanı sıra, yirminci yüzyılın başında Marksistler arasında milliyetçiliğe ve ulusal siyasete farklı bakış açıları da gelişmiştir. Esasen, Bolşevizmin ve buna paralel olarak şekillenen Üçüncü Enternasyonal’in uluslar siyaseti, ulusal kapitalist sınıfları ile Birinci Savaş sırasında kader birliği yaparak “sosyal şoven” bir tavır takınan İkinci Enternasyonal’in bakışından koparak inşa edilmiştir. İkinci Enternasyonal’e ek olarak Avusturya Marksizmi ve Rosa Luxemburg’un bu başlıklara ilişkin Leninizmden farklı olarak geliştirdikleri bakış açıları anılmaya değerdir. Bolşevizmin Rusya’da zaferinin ardından uluslar siyasetinin, Spartakist ulusal nihilizme ve Avusturya Marksizmi’nin kültürel özerklik politikasına baskın gelmesi uzun sürmemiştir. Yukarıda anlatmış olduğumuz komünist siyaset ile ulusal kurtuluş mücadeleleri arasındaki stratejik yakınlaşma, yirminci yüzyılın ikinci yarısında özellikle Çin Devrimi’nin etkisi ile yeni bir biçim almış, Maoizmin eklektik çerçevesi içinde sınıfsal mücadeleyi ikame edecek bir mertebeye konmuştur. Maoizmde işçi sınıfının devrimci misyonu köylülüğe (yahut işçi-köylü ittifakına) devredilirken, uluslararası ölçekte mücadele, ezilen ulusların ezen uluslara karşı verdikleri mücadele olarak kurgulanır. Maoizmin yanı sıra pek çok “üçüncü dünyacı” Marksizm yorumunda benzer bir ikamecilik söz konusudur.
Hits: 29920