Sağcılık bir “manipülasyon ideolojisi”dir; insan türünün en ilkel duygularına, zihninin en karanlık yerlerine, en içgüdüsel yanlarına seslenir; güvenlik kaygısına, aidiyet hissine, güç istencine, hınç duygusuna, sonsuz hayat arzusuna oynar ve çoğu zaman da kazanır.
İçinde yaşadığı bitimsiz ve derin sefaletin gerçek nedenini kavrayamayan “küçük adam”, bu sefaleti hem bir anlam dizgesine oturtabilmek hem de katlanılabilir kılmak için sağcılığın yarattığı “hakikat evreni”ne, milliyetçilikle, dinle, yabancı düşmanlığıyla, partiye-devlete-lidere tapma ile bezeli o evrene sığınır, ancak o şekilde kendini var edebilir.
Kişi, bugünün yoksulluğundan kaçabilmek için geçmişteki bir “altın çağ” anlatısına inanır ve o günlere tekrar dönüleceğine dair fanteziyle yaşar, ölümden sonraki sonsuz ve mutlu hayat vaadine kaçar, oraya saklanır. Yoksulluğunun nedenini ise Yahudilere, Masonlara, vatan hainlerine, komünistlere, faiz lobisine, karanlık güçlere bağlar. Dünyanın ve kendi halinin en makul açıklamasını komplo teorilerinde, “derin” tezlerde bulur; en kolayı, en az düşünmeyi gerektireni budur çünkü.
Türkiye geçmişten bugüne bu manipülasyon ideolojisinin en rahat vücut bulduğu, kitleleri sarıp sarmaladığı ve onları dilediğince mobilize edebildiği coğrafyalardan biri olagelmiştir. DP’den AP’ye, ANAP’tan AKP’ye, yani Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan Erdoğan’a uzanan ve son altmış beş yıla damgasını vuran bir silsiledir adeta bu.
Ancak “hakkını teslim ederek” söylemek gerekirse, AKP ve Erdoğan, Türk sağ geleneğinin kendisinden öncekileri fersah fersah aşan maharet ve ustalıktaki en parlak örneği olarak adlandırılmayı hak etmektedir. Rejimin “küçük adam”la kurduğu ilişki, onun korkularını ve arzularını manipüle etme yeteneği ve onu süreklileşmiş doğal tabanı kılabilmesi, on üç yıllık bir “başarı hikâyesi” olarak görülmelidir. Doğan’la kavgadan “one minute”e, “Şam’da namaz kılmak”tan “Dünya beşten büyüktür”e uzanan bir başarı hikâyesi!
Aydın Doğan mesela, “küçük adam”ın kafasındaki “kodaman” imgesine tekabül etmektedir: Karun kadar zengin, kötü kalpli, Boğazdaki yalısında oturup viski ve puro içen, milletin değerlerinden uzak bir işadamı imgesidir bu. Erdoğan ise bir “halk çocuğu” olarak ve “halk adına” tam da bu imgeyle kavga eder. “Batılı”yla “dindar”ın, “gayri milli” olanla “milli” olanın, “milletin değerlerine yabancılaşmış olan”la “millet”in kavgasıdır söz konusu olan ve Türk sağını hep iktidar yapan, “sınıfsal öfke”yi “kültürel öfke”ye dönüştüren o manipülasyon mekanizmasının mükemmel bir örneğidir bu.
Ya da “one minute” hadisesi… Müthiş bir manipülasyon vardır yine ortada: İlk kez Müslüman bir lider zalim İsrail’e böylesine meydan okuyabilmiş, yüzüne karşı “katilsiniz” diyebilmiştir. Bunun sonucu nedir, ticari ve askeri ilişkilere herhangi bir yaptırım etkisi olmuş mudur, Filistin halkının hayatına temas eden bir netice yaratmış mıdır, konuşulmaz bile. Kimse “hani Gazze’ye gidecektiniz, kaç sene oldu” demez. O “an”a, o siyasetin şova dönüştüğü ve ekrandan evlere aktığı ana odaklanılır sadece, o an hafızalara nakşedilir ve sonrasına bakılmaz dahi.
Manipülasyon hep işe yarar yani: Küçük adam kendine bir kahraman bulur, onunla, yani güçle özdeşleşir, gurur duyar, biat etmenin hazzına varır, sınıfsal kini başka yerlere yönelir, derinliği olmayan ve önü arkası sorgulanmayan anlık milli gurur okşamaları yaşar, sefaletini unutur ve yaşamına devam eder.
Peki o ‘manipülasyon evreninin dışına çıkıldığında görülen nedir? Onca mazlum edebiyatından sonra G20’de garsonların dünyanın efendilerine yaptığı “senkronize hizmet”i pek matah bir şeymiş gibi övmektir mesela. Ya da göz yanılmasına dayalı bir fotoğrafı gerçekmiş gibi sunarak “Obama’nın yanağını okşayan lider” edebiyatı yapmak ve bütün kompleksini açığa vurmaktır. Ya da Paris Katliamı sonrası “bu sefer tampon bölge kesin cepte” diye el ovuşturmaktır emperyalistlerin gözünün içine bakarak ve daha da somutu, tüm o kafa tutmaların, tüm o dik durmaların, tüm o “dünya beşten büyüktür”lerin unutulup zirveyle eşzamanlı olarak Çin’le yapılan füze anlaşmasının iptal edilmesi ve bir kez daha NATO’ya sığınılmasıdır örneğin.
Ünlü Matrix filminde Morpheus “gerçeğin çölüne hoş geldin” diyerek Neo’ya dünyanın gerçek halini gösterdiğinde Neo “gözlerim acıyor” der. Yaşadığı sefalete gözü kapalı olanları gerçeğin çölüne davet etmek, gözlerinin acımasından korkmamaları gerektiğini söylemeye devam etmek… İşimiz ve dahası yaşamaktan anladığımız budur.
Birgün